Vahdettin İnce
Yazar
TT

Denge

Geçenlerde bir dostumun daveti üzerine yeni yapılan, doğrusunu isterseniz mimariden anlamadığım halde dış görünüşü itibariyle yadırgadığım Çamlıca kulesine çıktım. Kulenin özelliklerine odaklanmaktan çok İstanbul’u seyrediyordum o yükseklikte. Önce ufuklara doğru baktım, göz alabildiğine uzanan bir İstanbul manzarası. “Niçin küçülüyor eşya uzakta?” sorusu benim de aklıma geldi… Köprüleri, yüksek binaları, minnacık otomobilleri, kıvrım kıvrım boğazı, boğazda yüzen el kadar görünen dev gemileri bu yükseklikte seyretmek ilginç geliyordu, haz veriyordu. Sonra o yükseklikte aşağıya doğru baktım. Zaman zaman gezmeye çıktığım Çamlıca tepesi dümdüz görünüyordu. O ağaçlar, başımı kaldırıp bir iki dakika göğe bakmakta zorlandığım o uzun ağaçlar yerdeki biraz tümsekçe çimen, ot öbeklerini andırıyorlardı. Yüksekliğin sağladığı yüksek oksijenden miydi bilinmez, kule ile ilgili fikrimi öğrenmek isteyen dostumu duymuyordum bile, ağaçları tefekkür etmeye başlamıştım. Denge… dedim bir süre sonra. Düşünsene, şimdi bize küçücük bir ot öbeği gibi görünen şu ağaçların bu kule kadar yükseldiklerini. Başını alıp göğe doğru yükselen bir ağacı kesmeye kalksan, şu etraftaki bir mahalleyi yerle bir edersin. Ama bir denge var. Belli bir seviyede duruyor her şey. Gerektiği kadar, ihtiyaca cevap verecek ebatta. Biz insanlar da ağaçlar gibiyiz. Birkaç santimlik farklarla hepimiz olmamız gereken, hayatımızı zorlaştırmayan bir seviyede dururuz. Boyu normal seviyelerde durmayan bazı insanlar duyuyoruz mesela. Dengede duramadıkları için hayatları işkence.
Tabiatta denge var. İnsanoğlu bu dengeyi gözeterek tabiata müdahale ederse medeniyet dediğimiz olgu ortaya çıkar. Dengeyi gözetmeyen bir müdahale ise hayatı, çevreyi, nesli, tabiatı ifsat eder, bozar. Bana bu temel hakikati hatırlatan, ama dışarıdan bakınca ahenkten yoksun olduğunu düşündüğüm kuleyi nereye oturtacağımı bilemedim. Bir tefekkür vesilesi mi, yoksa denge gözetilmemiş bir ahenksizlik örneği mi karar veremedim. Neticede her ahenksizlik dengenin değerini hatırlatması açısından fayda da sağlıyor dedim, o yükseklikte yerdekinden çok daha lezzetli olduğunu fark ettiğim kahve eşliğinde bir doğal ahenk numunesi İstanbul’u seyrederken.
Varlık alemindeki denge, her şeyin birbirine bağlı, birbirinin sebebi-sonucu olmasını sağlayan üretken bir teselsülün eseridir. Üretici döngü de diyebiliriz. Ve bu zincirleme ya da döngü sonunda gelir ilk sebebe, yani  kelamın diliyle vacibu’l vücud (Varlığı zorunlu) olan ve “göğü yükseltip dengeyi koyan” Allah’a dayanır. Göğe doğru yükseldikçe dengeyi daha iyi anlamak bu yüzden olsa gerektir.
Buna paralel olarak işleyen, her şeyi birbirini yok etmesi gereken rakipler olarak konumlandıran, sebep-sonuç zincirini koparan, varlığın döngüsünü, akışını yıkıcı rotaya sokan ve varlığı ilk sebebinden, yani Allah’tan uzaklaştıran bir de fasit daire var. Fasit daireye şimdilerde kısır döngü diyorlar. Döngü şöyle dursun, ama kısır kelimesi doğal dengenin alt üst olduğu durumlar için yetersiz ve meramı ifade etmekten uzak. Çünkü kısırlıkta bir üretimsizlik, bir verimsizlik var ama yıkıcılık, bozuculuk unsuru yok. Belki bir yere çakılıp kalma halidir. Ya da bir durmuşluk, donmuşluk, atıl kalmışlık, doğanın üretkenliğine ayak uyduramamışlık durumu. O nedenle ya “fasit daire” kalmalıydı Türkçede ya da “yıkıcı döngü” denmeliydi. Göğün düşündürdüğü dengeden bihaber, yer seviyesinde de durmayıp dibine doğru bir çöküş söz konusu olduğu için.
Mesela Batılı beyaz adamın doğaya müdahalesi ile ortaya çıkan gelişmeler bir kısır döngüden çok yaratıcı, yapıcı, değer üretici doğal dengenin tersine işleyen, yerden göğe doğru değil, gökten yere ve daha da ötesine doğru devam eden bir fasit daire yani yıkıcı bir döngüdür. Dünyada girmedikleri yer kalmadığı için bu yıkıcı, denge bozucu döngünün yıkımını uzak yakın çevremizde görmek mümkündür.
Bir çoğunuz Batılı beyaz adamın Avusturalya kıtasını keşfettikten sonraki müdahalesi ile çevrede bozulan dengeye dair hikayeleri duymuşsunuzdur.
Bir yerde okumuştum. Beyaz adamın adım atar atmaz yerlilerden temizlediği kıtanın verimli topraklarını işgale başladığı yıllar. Her yere şehirler, köyler kuruyor, malikaneler, bahçeler yapıyorlar. Bu bahçeleri yerli sızmalarından veya istenmeyen ziyaretçilerden korumak maksadıyla etraflarına anavatanlarından getirdikleri bir tür kaktüs çiçeği ekiyorlar. Ancak bu bitki durmadan büyür, neredeyse her tarafı kaplayacak kadar. Köylerin, şehirlerin sakinlerini endişeye düşürür bu durum. Çünkü gittikçe çoğalan ve büyüyen bu bitki ekinlerini de yok etmeye başlar. Kimse de onu durdurmanın bir yolunu bulamaz. Avusturalya adeta engel tanımadan sessizce ilerleyen bir bitki ordusunun işgaline uğrar. Belki de Aborjinlerin kıtasının denge bozucu beyaz adamın ifsat edici müdahalesine bir cevabıydı.
Beyaz adamda çare tükenmez tabi. Yıkıcılığın da bir tersine işleyen yaratıcı tarafı var. Entomologlar (Böcek bilimcileri) sonunda sadece kaktüs yiyen, ondan başka bir şeyle beslenmeyen bir böcek türünü dünyanın başka bir yerinde bulup getirirler. Bu böcek türü de hızla yayılmaktadır ve üstelik Avusturalya’da yayılmasını engelleyecek, varlığını dengede tutacak bir doğal düşmanı da yoktur. Sonunda bu böcek kaktüsü yener. Kaktüs de bahçelerin korunması için işe yarayacak düzeyde kalır. Denge sağlanır kısa süreliğine. Sonra kıtada doğal düşmanı bulunmayan bu kaktüs yiyen böceğin hızlı çoğalmasını durduracak çareler aranır. Ve tabi hayatın başka dengelerini alt üst eden zehirli ilaçlar vs devreye girer… ve bu ifsat zinciri günümüze kadar devam eder. Kıtaya sığmayacak kadar çoğalan develerin öldürülme seanslarını, bir bölgeyi hakimiyetleri altına alan fare istilasını hepimiz duyuyoruz bu günlerde.
Batılı beyaz adam bir yere girdi mi önce dengeyi bozar. Sonra o dengeyi yeniden kurmanın çarelerini arar ve bulduğu çareler de başka dengeleri bozar ve bu fasit daire, bu yıkıcı döngü böyle devam edip gider. Dehşet dengesi arayışı da denebilir batı medeniyetine.
Şu günlerde yıkıcılığını iliklerimize kadar hissettiğimiz korona illetini bile bu fasit müdahalenin bir sonucu olarak değerlendirebiliriz mesela. Batı medeniyetinin göz kamaştırıcı teknolojisi ile bir yerde mi üretildi, yoksa kendiliğinden mi ortaya çıktı henüz belli değil, ama ruhsal, sosyal, ekonomik dengemizi bozan bu virüsün durdurulması için üretilen aşıların yol açacakları muhtemel yıkımlar şimdiden tartışılıyor. Sonra bu yıkımı durdurmak için başka aşıların ve ardından onların zararlarını durduracak ama başka muhtemel zararları tetikleyecek başka çarelerin bulanacağını ve bu zincirin böylece devam edeceğini tahmin etmek zor değil.
Toplum olarak biz de resmen Tanzimat fermanı ile başlayan ve bu günümüzde de devam eden böyle bir sürecin içindeyiz. Cumhuriyete kadar üst yapıda, bürokraside, eğitimde yaşanan ve devletin dengesini bozan bir süreç yaşadık. Tanzimat’ın yıkımını dengelemek için ıslahat fermanı, onun ifsadını durdurmak için peş peşe meşrutiyetleri gördük. Ve derken birinci cihan harbinin (batılı beyaz adamın sebep olduğu) altüst edici, yıkıcı hengamesinde altyapıya yönelik düzenlemelere sıra geldi. Önce Avusturalya’ya girmiş batılı beyaz adam gibi bütün geleneksel kurumlar yerle bir edildi. Tepeden tırnağa bir değişim yaşandı eğitimde, sosyal hayatta, kılık kıyafette, alfabede… sonra bunların içinde dengenin bozulmasından kaynaklanan aşırı büyümeleri önlemek için on yılda bir törpüleme süreçleri yaşandı. Biri bitirilirken bir başkası başladı ve bu durum günümüzde de bir fasit daire gibi devam edip duruyor.
Kürtlerin bu fasit sistemin bir neticesi olarak yerle bir edilen geleneksel kurumlarının boşluğunu doldurulamadığı veya doldurulması için öngörülen çözümler yıkımı daha bir arttırdığı için tenkiller, tedipleri, sürgünler, katliamlar, şark islahatları, takriri sükunlar, örfi idareler, olağanüstü haller…uzayıp gitti. Terörün bitirildiği bir süreçte özellikle Urfa örneğinde olduğu gibi kan davalarının bölge tarihinde görülmemiş bir vahşetle başlamış olması da alınan tedbirlerin sosyal dengeyi onarmaktan ziyade, ifsad dairesine katkı sunduğunu gösteriyor.
Bu yüzden geçenlerde “İstanbul Sözleşmesi” ile ilgili görüşümü soran bir dostuma, bu ve benzeri sözleşmeler ifsat teselsülünün son halkalarıdır, fesadın çocukluğuna, yani ta Tanzimat’a kadar inmek gerekir demiştim.
Size tavsiyem bazen bulunduğunuz hengamenin dışına, yükseklere çıkın, dengeyi hatırlatan bir etkisi var.