Sam Mensa
TT

Zehir aşçısı ve Kullanışlı Aptal

Geçen hafta, 4 Ağustos 2020'de yaşanan Beyrut Limanı patlamasının yıl dönümüydü. Bu hadise, tüm ülkeye karşı işlenmiş ve halen işlenmekte olan çeşitli suçlar dizisinin en büyüğü ve en tehlikelisiydi. Güçlü dönem olarak adlandırılan zamanın tüm ölçütlerini aşmıştı.
Liman patlamasına eşdeğer bir suç olmadığı, büyüklüğü ve sonuçlarının ülkenin kaderini gözden geçirmek için bir durak teşkil etmesi gerektiği konusu tartışmasız. Ancak patlamalar tesisi yorulmadan ilerliyor gibi görünüyor. Ülkenin geleceği için zehirli mutfaklarda pişirilenler Beyrut Limanı patlamasını simüle ediyor gibi. Hatta politik alandaki bu simülasyonu patlamanın kendisinden daha tehlikeli olabilir, çünkü Lübnan devletini ve Lübnanlılar arasındaki bir arada yaşama formülünü havaya uçurmayı amaçlıyor. Yanlış bir şekilde hükümet krizi olarak görülen ve tanımlanan şey, aslında Lübnanlılar için hazırlanmış, sonuçları ve boyutları liman patlamasından daha tehlikeli olabilecek zehirli bir yemektir.
Bu zehirli yemeği yemeye yıllar önce hazırlanmaya başladık ve görünüşe bakılırsa gereken pişme aşamasına ulaştık. Görünen o ki, siyasi sistem ve mevcut yapının yeniden ele alınması, daha önce belirttiğimiz gibi Taif Anlaşmasının altının oyulması ile başladı, başbakanlık görevine aday gösterilen Sünni figürlerin peş peşe zayıflatılması, bakanlar kurulunun yetkilerinin toplu olarak baltalanması, siyasi sistemin yeni kıyafetinin iktidar partisinin ölçülerine göre dikilmesi, onun ve maiyetinin istediği gibi işlenmesi şeklinde devam ediyor.
Eski Lübnan Cumhurbaşkanlığı İşleri Devlet Bakanı, halihazırda ise Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın danışmanı olan Pierre Raffoul geçen haftanın başında, hükümeti kurmakla görevli Necib Mikati’yi eski Başbakan Saad Hariri’nin yolunu sürdürmemesi konusunda uyararak, “Koşullarında diretmek istiyorsa, o da Hariri gibi gider” dedi. Bu sözler, Raffoul’un Cumhurbaşkanı Avn ile görüşmesinden sonra ve bir televizyon röportajında sarf edildi. Tehlikesi ise bir yandan Mikati dahil tüm renkleriyle siyasi taraflardan buna ciddi bir yanıt gelmemesi, diğer yandan Cumhurbaşkanı Avn’ın düşünce ve arzularının gerçekliğini ifade etmesinde yatıyor. Üçüncüsü ve daha da önemlisi, Beyrut Limanı patlamasına benziyor olmasından kaynaklanıyor. Ne var ki liman patlaması gibi başkentte insanları ve yapıları yerle bir etmekle sınırlı kalmayacak, aksine kasıtlı ve kararlı bir biçimde bildiğimiz Lübnan’ı havaya uçuracak.
Lübnan'ın bağımsızlığından, ilk anayasasının hazırlanmasından ve ulusal mutabakat üzerinde uzlaşıya varılmasından bu yana hiçbir Hristiyan cumhurbaşkanı, bu kadar kibirli ve Sünni ortağının yetkilerinin içeriğini boşaltan bir yaklaşıma sahip olmadı. Yalnızca lokal değil bölgesel düzeyde Sünni gruba meydan okumadı. Cumhurbaşkanı bir kez daha düşüncelerinin, uygulamalarının ve uzlaşmazlığının daha önce defalarca konuşulan ve İran eksenine katılmakla sonuçlanacak bölgesel proje kapsamına girdiğini kanıtladı. Cumhurbaşkanının pozisyonunun sadece akımının tutumunu ifade ediyor olması mümkün değil. Keza bu pozisyonun bölgesel sponsor İran’ın örtüsü altında kristalleştiğini söylemekten artık sıkıldık. Cumhurbaşkanı ve akımının benimsediği işleri çıkmaza sokma yönteminin amacı ise, Tahran'ın genişleme projesine hizmet eden kötü niyetleri gerçekleştirmektir.
Zira ne kırılgan ve ihtilaf içindeki Hristiyan iç durumu ne de bölgesel durum, Hristiyan Lübnan cumhurbaşkanının İran kaldıracı olmadan yerel ve dış Arap Sünni boyutlarıyla tek başına yüzleşmesi için uygun değil.  Bu da, azınlıkları ve Maşrıklılığı (Levantlılık) koruma, doğuya yönelme sloganlarıyla yapılan propagandayı, her geçen gün tamamlanan bir yürütme planı içinde hızla Esed rejiminin kucağına atılma isteğini açıklığa kavuşturuyor.
Cumhurbaşkanlığı Sarayı kaynakları, Pierre Raffoul’un sözlerini yalanlamadı. Cumhurbaşkanının kendisi, trajedinin büyüklüğünün onuruna ve gösteri yapan binlerce kişinin saygısına patlamanın yıldönümünden önce hükümetin kuruluşunun deklare edilmesi için hiçbir çaba göstermedi. Aksine adalet talep eden sloganlarını örten ve içeriği adeta yaralarına tuz basan bir konuşma ile göstericilerin karşısına çıktı. Yönetim kurumlarının bu günün de patlama günü gibi geçip gideceği ve yarının başka bir iş günü gibi olacağı düşüncesiyle hareket etmesi adalet talep edenlerin yaralarına tuz basmak gibiydi.
Dikkat çekici bir diğer nokta; Hristiyan liderliklerin Raffoul’un açıklamalarına, Cumhurbaşkanı ve ekibinin hükümetin kurulması sürecindeki uzlaşmaz tavrına hiçbir tepki göstermemesi ve kafalarını kuma gömmeleriydi. Bu tutumun iki açıklaması var; bariz, hatta deyim yerindeyse ölümcül bir politik saflık ya da bu akrobatlıklara yönelik gizli ve örtülü bir onay. Bahsi geçen liderlikler, sanal bir cumhuriyet yanılsamasına kapılmışlar. Siyasi düşüncesi uzun süredir askıya alınmış Hristiyan egosunun yüzeysel bir şekilde tatmin edilmesi sürecinde, Hristiyanların çalınan yetkilerinden bazılarını iade edebileceklerine inanıyorlar.
Sorun, Hristiyanların Avncı akım ve Cumhurbaşkanının yönelimlerini destekleyenler ile tereddüt ve şüphe ile karşı çıkanlar arasında bölünmüş olması. Karşı çıkanlar, genel seçimlerin silahlı Hizbullah’ın devam eden varlığının gölgesinde yeni bir iktidar üretebileceğine inanıyorlar. Ama iki seçim döneminde de muhalefet olarak kazandıkları zaferin siyasete sonuçlarının, ülkeyi bugünkü duruma ulaştıran bir sıfırdan ibaret olduğunu unutmuş gibi yapıyorlar.
Politikadaki Useful Idiot yani kullanışlı aptal terimi, bir davayı amaçlarını tam olarak anlamadan savunan ve davanın liderlerinin kendisini absürt bir şekilde ve aşırı bir zekayla kullandığı düşünülen kişiler için kullanılan bir terimdir ve Lübnan’da yaşadıklarımıza tam uymaktadır. Davanın sahibi yani Hizbullah, bir yandan çoğulcu diğer yandan sayısal olarak azımsanmayacak, sosyal ve ekonomik etkiye sahip,  Arap uzantısı olan Sünni grubun var olduğu bir ülkeyi doğrudan yönetmeyecek kadar zeki. Bu nedenle, kullanışlı aptal rolünü oynayacak, Hristiyan çoğunluğu -tabii ki evcilleştirildikten sonra- tatmin edecek bir yönetimin vitrini olacak bir  Hristiyana çok ihtiyacı vardı. Hristiyanları yaklaşan Sünni şiddet ve aşırılık hortlağı ile korkuttu (Hizbullah’ın kendisi de onlara el uzatan yardım kuruluşuydu!). Bu da Hizbullah’ın doğrudan yönetmeden ülkenin karar mercilerini kontrol etmesine olanak tanıdı. Açıkçası bu terim, Hizbullah ile Avncı hareket arasındaki durumu en iyi ifade eden terimdir.
Ne yazık ki, bu ilk değil, daha önce de bir dış tarafın kullanılmasına ve bunun hem Suriye hem de İsrail örneğinde feci sonuçlarına tanık olmuştuk. Bu deneyimler on yıllar süren iki işgali beraberinde getirmişti. Şimdi de ne kadar süreceğini sadece Allah’ın bildiği üçüncü bir işgal ile karşı karşıya bulunuyoruz. Tüm bu deneyimler, takdir etmediğimiz bir nimetten bir arada yaşamanın öneminden kaçma girişimleriydi. Federasyon ve benzeri yapılar için yapılan çağrılar bunu ortaya koyuyor. Hizbullah, bu özelliği tüm Araplara karşı ve İran’ın genişlemeci projesine hizmet etmesi için iyi bir şekilde kullandı.
Hizbullah, bu formülle Sünni-Şii çekişmesini önleyebileceğine, aynı zamanda da güvenlik ve istikrar üzerinde daha az etkiye ve maliyete sahip bir Sünni-Hristiyan anlaşmazlığı üretebileceğine inanıyor. Ne yazık ki ikircikli uluslararası toplumun aradığı şey de Hizbullah'ın hegemonyası altında da olsa güvenlik ve istikrarı korumak gibi görünüyor. Paris Konferansında ortaya çıkan zayıf yardım vaatleri ve bazı katılımcılardaki siyasi körlük bu sözlerimizin en iyi kanıtı olabilir.
Bunun sonucunda, Temsilciler Meclisi’ne hükmedildi ve garip, tuhaf bir seçim yasası dayatıldı. Mişel Avn kabul edilene kadar cumhurbaşkanlığı seçimleri felce uğratıldı. Sonunda sıra üçüncü otoriteye, bakanlar kuruluna geldi. Beyrut’ta bir arada yaşama arteri, mezhepçilik kabuğunu aşmanın adresi yerle bir edildi. Bütün bunlar olurken, uluslararası toplum Paris Konferansında bir fare doğurmakla yetindi. Teşekkürler Fransa!!!