Sam Mensa
TT

İran gemileri ve Amerikan tahliye uçakları

Lübnan'da, Hizbullah'ın sendeleyen devleti pas geçerek İran'dan talep ettiği yakıt gemilerinin ulaşmasının ardından ABD'nin ne yapacağı bekleniyor. ABD’nin Beyrut Büyükelçisinin ivedilikle Suriye üzerinden Mısır'dan Lübnan'a doğalgaz nakli ve bunun Ceaser Yasasının yaptırımlarının haricinde tutulması önerisinde bulunması, spekülasyonları ve varsayımları alevlendiriyor.
 Gözlemciler, Lübnan’a ulaşan İran yakıtına yönelik ciddi bir Amerikan tepkisi bekleyenlere ister istemez hayret ediyorlar. Zira bu konu, ancak çeşitli bir listeden (menüden) seçiciliğe dayanan bölgedeki genel ABD politikası çerçevesinde okunabilir. Bunun Lübnan, hatta bölgede ondan daha önemli olanlar için entegre bir vizyondan ve net bir projeden yoksun, aceleci olduğunu söylersek abartmış olmayız. Hafızaları tazelemek, sanrıları dağıtmak için yararlıdır. Bunun için ilk olarak, Amerikalılara burada, anavatanda bir ulus inşasına odaklanmanın gerekliliğini söyleyen Başkan Obama'nın içe kapanma eğilimine dönelim. Bu slogan, 2008 seçim kampanyasının dayanağıydı. 
2011'de Washington hesapsız bir hamleyle Irak'tan ayrıldı. Barış yerine DEAŞ terörü  bölgeyi istila etti. Bu da Amerikan kuvvetlerinin geri dönüşünü zorunlu kıldı ve yıllarca süren, binlerce sivilin hayatına mal olan bir savaşa yol açtı. 2012'de Beşşar Esed halkına karşı kimyasal silah kullandı ve kırmızı çizgiyi aştı. En azından 2018'e kadar kendi halkına karşı kimyasal silah kullanmaya devam etti ve bu tarihe kadar tehdit edildiği kararlı Amerikan tepkisi ile karşılaşmadı.
2014 yılında Vladimir Putin Kırım'ı ilhak etti ve doğu Ukrayna'da Rus yanlısı bir isyanı ateşledi. Suriye’deki kimyasal silah krizinden 6 ay sonra, Esed'i desteklemek için silahlı kuvvetler gönderdi ve ABD'nin zayıf sesli tepkileriyle karşılaştı.
Ukrayna'nın istikrarını tehdit eden, Moskova'nın enerji arzı üzerindeki kontrolünü güçlendiren ve etkisini artıran, Rus gazını Almanya'ya ulaştıracak olan Kuzey Akım 2 (Nord Stream 2) doğalgaz boru hattına gelince, Başkan Joe Biden yönetimi bu konuda Almanya ile anlaşmaya vardı ve bu nedenle Rusya'ya uygulanan yaptırımların çoğunu kaldırdı. Bu sıralı tepki zincirine, Çin'in geçen yıl Hong Kong'daki tek ülke, iki rejim politikasını tek taraflı olarak kaldırmasına karşı ABD'nin soğuk tutumu da ekleniyor.
Bugün ABD’nin Afganistan'dan çekilişine tanık oluyoruz ve bu, yukarıda yer verdiğimiz olaylar zinciri bağlamının dışında okunmamalı. Zira Afgan ordusunun teslim olması, New York Times'a göre, Amerikan barış döneminin sona erdiğinin en açık kanıtı. Afgan olayı, Kasım ayında yapılacak ara seçimlerde, özellikle Kabil Havalimanı’na yapılan saldırıda Amerikan can kayıplarının yaşanmasından sonra Biden ve Demokratlar için büyük bir sorun oluşturacak.
Bu olayların sıralaması, bence, Hizbullah'ın İran'dan yakıt ithal etme hamlesine ABD'nin tepkisini sorgulayanlara, genel olarak Batı'nın, özel olarak da ABD'nin Lübnan'a yönelik rollerine bel bağlayan bazılarına kesin cevaptır. Deneyimler bize, Amerikalıların İsrailliler gibi, kontrol edebildiği, dizginleri elinde tutabildiği, istikrarı koruyabildiği ve büyük çıkarlarına hizmet ettiği sürece, herhangi bir ülkede en güçlü ve kenetlenmiş varsaydıkları tarafı muhatap gördüklerini öğretti. İran akaryakıt gemileri Lübnan'daki krizi çözmeyecek, bu, Hizbullah'ın Lübnan'da karar ve otorite sahibi olduğunu deklare ettiği sembolik bir siyasi adımdan ibaret. Bu adım, Amerikalılara, İsraillilere ve genel olarak Batılı güçlere yönelik. Amerikalılar da bizim alıştığımız gibi, kalın bir duman ile üzerini örterek buna göz yumuyorlar.
Tüm bunlar bizi iç duruma geri götürüyor, özellikle de birçoklarının hükümet sorununun iç anlaşmazlıklarla bağlantılı olduğunu düşündüğü göz önüne alındığında. Hükümetin kuruluşuna yönelik engellemelerin iç düzeyde uygulandığı doğru, ancak bu engellemelerin arkasında, Cumhurbaşkanı Mişel Avn veya Bakan Cibran Basil veya Cumhurbaşkanının etrafındaki danışmanlar yok. Defalarca yazdığımız gibi sorun bundan öte ve özünde, olup biten her şeyin ana örtüsünün Hizbullah olması ve silahının gücü sayesinde karar mekanizmasını elinde tutması yer alıyor. Bu nedenle, engel dış kaynaklı, çünkü Hizbullah, İran'ın Lübnan'daki silahlı bir kolu ve amacı da Lübnan’ı İran'ın bölgesel politikasına bağlamak, rejiminin biçimini ve yapısını değiştirerek, içindeki güçleri çıkarlarına hizmet edecek şekilde yeniden konumlandırarak onun yörüngesinde dönmesini sağlamak.
Lübnan Cumhurbaşkanı, güçlü bir Hristiyan grubu olduğunu iddia eden ekibiyle birlikte Maruni bir Hristiyan cumhurbaşkanı ve Hristiyanları eski güçlü konumlarına geri getirmek için açıkça Taif Antlaşması'nı yeniden gözden geçirmek istiyor. Bu, sadece Lübnan’a özgü bir “ruh hali” değil, aynı zamanda bölgesel. Sünni güçlere yönelik bir zorbalık söz konusu ve Irak, Yemen ile Suriye'de yaşananlar bunun kanıtı. Buzdağının ucu, 2005 yılında Başbakan Refik Hariri suikastı sırasında Lübnan'da göründü. Bundan sonrası çorap söküğü gibi geldi.
Mesele Hizbullah'ın bir hükümet isteyip istememesi değil, çünkü onun tek endişesi bu yöntemin hayatta kalması. Yani kendisi perde arkasından ülkeyi yönetirken, Marunileri ve Hristiyanların saf temsilcilerini vitrin olarak kullanmak. Özgür Yurtsever Hareket ile ilgili sorunun özü, bu vitrini oluşturması ve Hristiyanların bir kesimini temsil etmesi. Bu bağlamda, Avncı olmayan Hristiyanların büyük bir bölümünün de Cumhurbaşkanı'na karşı çıksalar, aksini beyan edip onu hedef alsalar da ne yazık ki örtülü olarak ona katıldığını belirtmeliyiz. İçlerinden yaptıklarının Hristiyanlara çalınan güç ve yetkilerini iade edebileceğini düşünüyorlar. Lübnan, karar alıcı olacak yeni bir Molla rejiminin yönetimine girmek üzere ve bu Hristiyan örtüsü olmadan gerçekleşemez. Hristiyan tutumu ise genel olarak belirsiz. Patrik Bişara er-Rai tereddütlü görünüyor. Kendisini bir gün tam teşekküllü bir teklif sunarken, bir başka gün Mişel Avn ile görüşüp tamamen farklı açıklamalar yaparken görüyoruz. Her Pazar verdiği vaazlarda teşhis ettiği tehlikenin büyüklüğüne dair ciddi bir adımına henüz temas etmedik. Peki, neden Patrik’in ciddi bir koordinasyon için Müftü Mustafa Daryan ile bir zirvede bir araya geldiğini görmüyoruz? Bu bir protokol sorunu mu? Bizi tehdit eden korkunç tehlikelerin karşısında, kim kimi, nerede ve nasıl ziyaret edecek gibi protokol uygulamalarına yer var mı? Vatikan konferansı uygun şekilde değerlendirildi mi? Patrik mesela neden eski cumhurbaşkanları kulübü ile eski başbakanlar kulübünü bir araya getirerek eski yetkililerden bir baskı kuvveti oluşturmaya çalışmıyor? Neden Hizbullah karşıtı Şii din adamları ve Şii figürlerle – ki bunlar çok sayıda- görüşmüyoruz?
Hizbullah'a karşı dengeli ve tutarlı geniş bir Hristiyan-İslam cephesine ihtiyaç olduğu ve bu ihtiyacın devam ettiği aşikar. Ancak bugün, Özgür Yurtsever Hareket'e, tanık olduğumuz tüm uygulamalara ve yeniliklere karşı geniş ve dengeli bir Hristiyan cephesi en acil ihtiyaç ve öncelik gibi görünüyor.
Ancak, Hristiyan siyasi ve dini güçlerin koşulları halihazırda olduğu gibi dağınık ve bazıları başka bir dünyada yaşarken, bu cephenin bileşenleri ve dayanakları mevcut olabilir mi? Hizbullah'ı diyalog veya müzakere masasına oturmaya zorlayacak tutarlı bir ulusal iç cephenin çekirdeğini oluşturma kudretine sahip mi? Yukarıda tanımladığımız gibi Batı ve ABD’ye bel bağlayanlara gelince, bu cephe var olmadığı sürece Batı onları dinlemeyecektir. Hizbullah bile onlara ilgi göstermeye hazır olmayacaktır.