İki gün önce, 11 Eylül 2001 terör saldırılarının 20. yıldönümüydü. ABD siyasetine damgasını vuran ve popüler kolektif hafızaya kazınan, stratejik karar üretiminde olmasa da Amerikan siyasi düşüncesinin arka planında hala aktif, tam anlamıyla ABD’ye özgü şaşırtıcı hadisenin üzerinden tam 20 yıl geçti. 11 Eylül bir Amerikan hadisesi olduğu kadar, bir yanda Washington'ın bölgemize yönelik politikasında bugün hala izleri mevcut olduğundan, diğer yanda bölge genelinde neden olduğu sarsıcı değişkenler nedeniyle, kökeni ve yansımaları itibariyle de Arap’tır. Bölgesel sarsıcı değişkenlerin en önemlisi de bilinen ve gizli nedenlerle İran'ın bölgedeki nüfuzunu genişletmesine izin veren 2003'teki Irak işgaliydi.
O dönemde ve halen Amerikalıların aklından geçenleri en doğru şekilde dile getiren, ünlü röportajında; ‘kontrolsüz Sünni terörizmi ile disiplinli Şii terörizmi’ arasında ayrım yapan Barack Obama'dır. Washington'ın politikalarının bir sonucu olarak bölgenin 20 yıldır çektiği ve halen de çekmeye devam ettiği acıların temelinde belki de bu mantıksız ve yüzeysel bakış yatıyor. Bahsettiğimiz politikaların sonuncusu, işgalinin 20. yıldönümüne denk gelen ABD’nin Afganistan'dan aceleci çekilmesidir. Bu arada, El Kaide terörü öncesinde Washington'ın ortağı olan ve şimdi geri çekilme anlaşmasıyla eski konumuna geri dönen Taliban'ın, yeni hükümetinin kuruluşunu özellikle 11 Eylül'de kutlamakta ısrar ettiğini, böylece belki de işgalci ve geri çekilen ABD’ye verdiğini varsaydığı derste daha da ileri gittiğini gözden kaçırmayalım.
Bölgedeki Amerikan hataları hakkında binlerce sayfa yazılabilir. Sonuncusu da Afganistan'dan ilan edilen hedeflerinden en azından birini gerçekleştirmeden çekilmesidir. Hedeflerinin başında modern versiyonlarıyla terör kaynaklarının, yani radikal ve şiddet yanlısı dini grupların ortadan kaldırılması geliyordu. ABD’nin, Usame bin Ladin'den Ebu Musab el-Zerkavi, Ebubekir el Bağdadi, Hamza bin Ladin’e ve diğerlerine kadar bu grupların liderlerinden bazılarını ortadan kaldırdığı doğru. Ancak liderlerin tasfiyesi, bu aşırılık yanlısı ideolojik grupların genişlemesini ve sapkın faaliyetlerini sürdürmelerini engellemedi.
ABD ve genel olarak Batı'nın terörle mücadele vizyonundaki temel kusuru, bu grupların doğasını ve yöntemlerini, mirasçısı olan ve yok edici şiddetini doğuran ortamları algılayamaması.
Washington demokratik bir yönetimin temellerini atmayı da başaramadı. Tarihsel olarak aşiretler arası çekişmelerle parçalanmış bir ülkede merkezi bir hükümet kurmaya çalıştı. Afganistan gibi uzun savaşlar yaşamış ve her düzeyde kalkınmadan yoksun kalmış bir ülkede nispeten çok şey başardığı doğru. Ama Amerikalılar, 20 yıl boyunca, kendi dedikleri gibi, yozlaşmış insanların yanı sıra, iyi yönetişim yöntemlerinden habersiz, ülke yönetimini bilmeyen, deneyim, yetenek ve demokratik kültürden yoksun küçük gruplarla çalıştı.
Washington ayrıca komşu Pakistan'ı ve iki ülke arasındaki sınır boyunca Taliban ve El Kaide'ye sağladığı güvenlik kuşağını da göz ardı etti. Bin Ladin'in saklandığı yeri gizlemek, Afganistan'ı kendisine bağlamak ve Hindistan'ın nüfuzunu sınırlama arzusu, Pakistan’ın göz yumulan en ağır politikalarıydı. Bu da bölgenin jeopolitiğindeki gizli kutupların algılanamadığını gösteriyor.
Bu başarısızlık ABD'nin geri çekilmesinin tek nedeni değil, 2001 ve 2021 yılları arasında önceliklerdeki değişiklik başta olmak üzere diğer nedenlerle çekilme arzusu da buna ekleniyor. ABD ekonomisi ve iklim değişikliğine ek olarak Çin, Rusya ve İran, ABD’nin başlıca endişeleri haline geldi. Ancak, sebepler ne olursa olsun, ne Taliban ile yapılan anlaşmanın içeriğini ne de geri çekilme yöntemini haklı çıkarmıyorlar. Anlaşma ABD'ye zarar verdi ve onun parçaları birden fazla tarafı ve meseleyi etkileyecek. Bunların başında, 21. yüzyılda siyasi sistemin önceliklerinin gerektirdiği gibi olacağına dair hiçbir garanti vermeyen Taliban yönetimi altında yaşayacak olanlar geliyor. Taliban, yankıları ve zararları bölge ülkelerini aşarak Batı'nın kendisine ulaşan 1979 İran devrimi deneyiminin 40 yıl sonraki tekrarı gibi.
Geri çekilme adımının kâr ve zarar hesaplandığında başlıca kazançlılar, Çin, Rusya ve İran. Bu üç ülkenin tek dertleri, ABD'nin gücünün mümkün olduğunca ciddi bir parçalanmaya maruz kalması. Bugün ABD’nin Afganistan'daki mağlubiyetinden memnunlar ve özellikle İran ve bir dereceye kadar Çin, El Kaide ve DEAŞ ile yaşadıkları gibi Taliban ile de yaşayabilirler.
Pakistan ile yakın ilişkilerinin yanı sıra Çin, Afganistan'ı Bir Kuşak ve Bir Yol Girişimi'nin yeni bir eklentisi olarak görüyor ve insan haklarından ziyade yatırımla ilgileniyor. Rusya’ya gelince, geri çekilme, Afganistan ve çevresinde güçlü bir arabulucu olarak rolünü güçlendirmesi, komşu Orta Asya'da kendi çıkarlarını, siyasi ve askeri nüfuzunu geliştiren bir bölgesel iletişim vizyonu sunması için bir fırsat. Demokrasinin kaderi, özgürlükler, modernleşme ve Afgan halkının hakları ise düşündüğü son şey.
Kaybedenlere gelince; Çokturlar ve ilki, iki dünya haline gelen Arap dünyasıdır; Arap Körfezi, Fas ve Tunus politikaları, planları ve geleceği ile Maşrık'tan tamamen farklı, yani Lübnan, Suriye, Irak, Gazze ve Yemen ile başlı başına dünyalardır. Bu Levant bölgesi aşırı Şii dalgalarından Sünnilerden daha fazla etkileniyor. İran'ın 4 Arap ülkesi ve bir ölçüde Gazze üzerindeki hegemonyası ile yeni Afgan hükümetinin uluslararası alanda tanınma olasılığı, bu ülkelerde bugün var olmayan radikal ve aşırılık yanlısı Sünni grupların ortaya çıkmasını teşvik edecek veya diğer gizli ya da zayıf grupları güçlendirecektir.
Taliban’ın iktidara gelişi hoş karşılanmadı, nitekim Fas'ta ‘Müslüman Kardeşler’ son seçimlerde büyük bir düşüş yaşadı. İran'a bağlı Sünni gruplar dışında Taliban’ın iktidara gelmesiyle büyük bir sevinç yaşayan kimseyi görmedik. ABD dünyanın bu bölgesinin kaderinin farkında mı? Bu dar görüşlü politikanın gelecekte daha fazla sorun getireceğini biliyor mu? Bu, çilekeş bölgede modernleşmeden, kurumlardan ve kültürden geriye kalanları yok etmek için başarılı bir reçete mi?
Bu politikadaki temel kusur, bu toplumlardaki altyapıyı yok etme pahasına da olsa geçici istikrar arayışında olmasıdır. ABD'nin bölgeye İsrail gözüyle baktığı kanıtlandı. O, Fransa veya İsrail'in kendisi olsun, devir alacak, uygulayacak, yönetecek, kontrol edecek ve çıkarlarını koruyacak güçlü bir taraf ile anlaşmaya hazır. En anlamlısı da, Suriye'de yaşananlar. Beşşar Esed rejimine açılma konusunda üstü kapalı bir Amerikan arzusu var, ama rejime yönelik yaptırımları kaldırmasını ve rejimle ilişkileri normalleştirmesini engelleyen içsel nedenlerle bunu duyuramıyor. Ancak mevcut yönetim, dolaylı olarak bazı ülkeleri yavaş yavaş Esed rejimine açılmaya teşvik ediyor. Washington ziyaretinin hemen ardından Ürdün Kralı İkinci Abdullah'ta görülen hareketlenme ve Esed rejimine açılmakla ilgili söylemleri dikkat çekiciydi. Bunu, ABD’nin Mısır doğalgazını Suriye üzerinden Lübnan'a taşıma konusundaki teşviki izledi. ABD ayrıca Güney Suriye’nin demografik olarak İran etkisi altında olması için Sünni bölge sakinlerini kuzeye naklederek, yerlerine Şiileri veya İranlıları yerleştirme yoluyla bölgede gerçekleştirilen demografik değişime de göz yumuyor.
Kısacası, özellikle bölgemizde kısmen geçtiğimiz on yıllarda ekilenler biçiliyor. Ancak şu anki durumun, ABD'nin bölgesel politikalarının bir sonucu olduğu göz ardı edilmemeli. 11 Eylül saldırılarından günümüze uyguladığı yüz üstü bırakma politikası ise bu bölgesel politikaların sonuncusu.
TT
11 Eylül'ün acı hasadı
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة