Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Din Arap rönesansının şartı mı?

Bazılarımız dinin Arapların rönesansının bir şartı olduğunda ısrar ediyor. Bazılarımız ise bunun aksine dini terk etmenin medeniyet saflarına katılmanın şartı olduğunu düşünüyor. Burada -benim de aralarında bulunduğum- din ile ilerleme arasında nedensel bir ilişkinin varlığını inkâr eden üçüncü bir grup daha var. Yani din, inananları bilimsel ilerleme için motive de edebilir ve cesaretlerini de kırabilir. Din, geri kalmışlıkla veya ilerlemeyle bir arada var olabilir.
Malik bin Nebi, din ile rönesans arasındaki ilişkiyi vurgulayan düşünürlerden biriydi. Ancak son tahlilde bu ilişkiyi dinin çerçevesi dışındaki faktörlere bağlı hale getirdi. Malik bin Nebi, “Din ruhtan ayrılmadı ama etkisini kaybetti” diyor. Bunun için çok basit bir örnek veriyor: Annelerimiz süpürgeyi kullanırken sırt ağrıları çekerlerdi, fakat hiçbiri eğilmeden temizlik yapmak için uzun bir sopa eklemeyi düşünmedi. Avrupalılar, bu acılarını dindirecek uzun sopalı bir süpürge bulana kadar onlarca yıl beklediler.
Din onları bu küçük sorunu düşünmekten ve çözmekten alıkoymadı, fakat bu konuda motive de etmedi. Malik bin Nebi buna rağmen dini, medeniyetin ihtiyaç duyduğu üç temel unsur olan insan, toprak (doğa) ve zaman arasında uygun bir bağlantı faktörü olarak düşünüyor.
İnsanlık tecrübesinde, yükselen ya da geri kalan dindar ve din dışı toplumların birçok örneği vardır. Din ne gelişmek isteyenleri engelledi ne de hayal kırıklığına uğrayanları teşvik etti. İslam dünyasının kadim çağındaki gelişimi hakkında söylenenlere gelince, İslam'ın olumlu bir rolü olduğuna şüphe yoktur. Fakat bu, dinin rönesansın bir nedeni olduğunu değil, aksine dinin gelişmeyi engellemediğini gösterir. Burada filozof David Hume'un şu görüşünü sevgili okuyucuların dikkatine vermek istiyorum: Hume’a göre iki şeyin zamansal veya mekânsal olarak bir arada olması, her ikisi arasında nedensel bir ilişkinin varlığını gerektirmez.
Hume’nin nedensellik konusundaki görüşünü pek çok durumda takip etmiyorum. Ancak tartışmamızla ilgili olarak şunu söyleyebilirim: Tekrar eden deneyimlerimiz teyit ediyor ki, din ile rönesans arasındaki ilişki, nedensellik şöyle dursun, bir aradalık veya eşzamanlılık düzeyine bile ulaşmamıştır.
Bu konuyu vurgulamaktaki amacım, din ile yaşamın diğer olguları arasındaki etkileşimleri yapıbozuma tabi kılmaktır. Sudan’ın eski Devlet Başkanı Ömer el-Beşir'in 1993'te iktidarı ele geçirmesinden kısa bir süre sonra yaptığı konuşmayı şu ayet-i kerime ile açtığını hatırlıyorum: “Eğer, o memleketlerin halkları iman etmiş olsalar ve Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereketlerin kapılarını açardık.” İslami basın o sıra bu sözleri büyük bir heyecanla karşılamış ve Sudanlı kardeşlerimizin çoğu, ülkenin ve ekonomisinin geniş çaplı bir rönesansa hazırlandığı konusunda iyimser bir havaya girmişlerdi. Ancak takip eden yıllarda Sudan'ın ekonomisi kötüleşti ve zengin petrol ve diğer doğal kaynaklarının yarısını kaybetti.
Malik bin Nebi bu mantıksız irtibata karşı uyarmış ve bunu bir ‘körü körüne bağlılık’ olarak görmüştü. Bugün, dindarlığın ilerleme ve medeniyet getireceğini, bu seviyeye ulaşamamamızın iman eksikliğinden kaynaklandığını düşünen birçok inanan görüyorum. Fakat bu sadece bir tür yanılsamadan ibarettir. Eğer doğru olsaydı, bugün paranın ve bilimin başkenti Washington değil, Kandehar olurdu.
Söz konusu ilişkiyi inkâr etmenin hak dini küçümsemek olduğunu ve dine hürmetin her sevilen şeyi ona nispet etmeyi gerektirdiğini düşünenler var. Gerçek şu ki, bu hayatta her şeyin bir rolü ve bir amacı var. Ham altın ile çamuru birbiriyle ilişkilendirmenin sebebi nedir?