Salih Kallab
Ürdünlü yazar. Eski Enformasyon, Kültür ve Devlet Bakanı
TT

Tek bir Arap medyası yok… Gelecek dönem daha karışık olacak!

Milliyetçiler ve Araplar -ki ben onlardan biriyim- hem öncesinde hem de sonrasında tek bir Arap medyası olduğunda ısrar etseler bile gerçek şu ki, Arap ülkelerinin kendi medyaları ve kafalarına göre davranan parti ve örgütlerin medyaları var. Tabi ki Baas Partisi'nin şu anda bulunduğu yere gelmesinin ardından tek bir Arap devleti veya tek bir Arap örgütü olmadığı sürece bu kabul edilebilir bir durum. Bu, gerek Arap dünyasının batısında gerekse doğusunda kısa sürede tamamen ortadan kaybolan ve yerini çeşitli bölgesel ve ulusal örgütler aşamasına bırakan bir geçiş aşamasında pan-Arabizm bayrağını dalgalandıran Arap milliyetçiliği hareketi Nasırcılık ve tüm gruplar ve oluşumlar için geçerli.
Tabi ki artık tek bir Arap davasının olmadığı söylenebilir. Nitekim Filistin davası bile artık sadece Filistinlilerin davası olmuş olabilir. Gerçek şu ki, gerek merhum Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat’ın -Allah rahmet eylesin- dönemi gerekse şu anki Mahmud Abbas (Ebu Mazen) dönemi olsun, Filistin liderliği bu dönüşümden memnuniyet duydu. Pratikte artık Filistin liderliği ancak “kıyamet” koptuğunda bu Filistin davasını Arapların ve ulusun bir meselesi olarak görüyor!
Aslında -ki bu söylenmeli- Filistinliler, yani Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi (Fetih) ve Filistinli başlıca grupların geri kalanı, ancak kendilerini milliyetçi olarak tanımlayan ve Filistinlilerin içişlerine açık açık karışmaya başlayan bazı Arap rejimlerinin çizgiyi aşmasının ardından Filistin halkının “tek ve meşru temsilcisi” sloganını benimsediler. Söz konusu rejimlerin bu şekilde çizgiyi aşması bu adımın atılmasına yol açtı. Gerçeği söylemek gerekirse özellikle “barış süreci” ve tabi ki tüm Arapların davası sayılan bu dava ile Filistin halkının içişlerine “olumsuz” herhangi bir müdahalede bulunmadan olumlu bir şekilde ilgilenmeye devam eden Arap ülkeleri ile koordinasyon sağlayarak Filistin halkının davasını kendi ellerinde tutması bir zaruret halini aldıktan sonra bu adım gerekli ve atılması kaçınılmaz bir adımdı.
Burada dikkat edilmesi gereken şey şu ki, Filistinliler -burada Fetih’in başlangıç dönemini kastediyorum- Huvari Bumedyen liderliğindeki Cezayir devrimini “taklit etmeye” çalıştılar. Söz konusu devrim herhangi bir tarafın, “merhum” Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır’ın -Allah rahmet eylesin- bile Cezayir’in içişlerine karışmasını kesin bir şekilde reddetmişti. Aslında arkasında bazı Arap rejimlerinin olduğu bir dizi örgütsel bölünmelere maruz kalan ana hareket sayılan Fetih hareketinin yanı sıra birçok fiili ve hayali Filistin örgütü ortaya çıktıktan sonra bu taklidin gerekli olduğu kanıtlanmış oldu. Örneğin Suriye rejimi Halk Kurtuluş Savaşı Öncüleri-Yıldırım Kuvvetleri adında kendi örgütünü kurmuştu. Irak ise merhum Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin’in döneminde Arap Kurtuluş Cephesi’ni kurmuştu. Muammer Kaddafi rejimi ise kısa bir süreliğine de olsa Ahmed Cibril başkanlığındaki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi-Genel Komutanlığı’nı desteklemişti.
Filistin halkı pek çok Arap ülkesi arasında dağılmış ve birden fazla parti kurmuş olan bu Arap ulusunun bir parçası olduğu sürece gerek önceden gerekse sonradan olsun birden fazla Filistin partisinin olmasının hiçbir şekilde bir zararı yok. Ancak kabul edilemez ve gereksiz olan şey Fetih Hareketi’ne bağlı “Asife (Fırtına) Güçleri ” adında esas fedai örgütün yanı sıra tek dertleri Filistin’in içişlerine uzanabilecekleri bir elleri olması olan Arap ülkelerine bağlı bir dizi hayali “fedai” örgütün olması. Bu, gerek işgal altındaki Filistin’de gerekse içlerinden bazılarının eskiden beri FKÖ’nün ortağı olmaya hakları olduğunu düşündüğü bir dizi Arap ülkesinde olsun Filistin halkı, FKÖ ve Asife Güçleri’ne ağır bir yük bindirdi.
Ürdün Haşimi Krallığı dışında genel olarak Arap ülkelerinde fiili bir Filistin örgütünün olmadığı bilinen bir gerçek. Ürdün’de fiili bir Filistin örgütünün olmasının nedeni de bu ülkenin Batı Şeria'ya açılan kapı olarak görülmesi ve Ürdün Nehri'nin batısı ile doğusu arasında demografik bir örtüşme olması. Zira İsrail 1967 yılında Batı Şeria’yı işgal etmeden önce ve sonra “iki yaka” tek bir devletti. Bu, ancak Filistin Ulusal Otoritesi ortaya çıktıktan ve bu otorite Arap ve uluslararası çevreler tarafından Arap Birliği’ne ve Birleşmiş Milletler’e (BM) üye olan bir Filistin devleti olarak tanındıktan sonra birden değişti. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şu ki, Amman’da büyükelçilik açarak ve Doğu Kudüs’te Ürdün Büyükelçiliği’ni kurarak Filistin Ulusal Otoritesi’ni bir devlet olarak kabul eden ilk Arap ülkesi Ürdün’dü. Ürdün ve Filistin tarafları arasındaki ilişkinin Filistin davası ve her şey hususundaki tavırlarında tamamlayıcı bir ilişki olduğu biliniyor. Amman ve Ramallah arasındaki yollar, Haziran 1967'den bu yana Ürdün Nehri'nin batısında İsraillilerin varlığına rağmen güvenli ve açık.
Öyleyse bazı Arapların bile bilmediği şey şu ki, 1948'den önce ve sonra doğu Ürdün olarak bilinen bölgede Filistin varlığı önemli bir varlıktı. İki yakanın yani Batı Şeria ve Doğu Şeria'nın bir olması itibariyle Filistinliler, en yüksek ve en önemli pozisyonlara geldikleri Doğu Şeria'daki halk gibi Ürdünlü oldular. Bu, İsrail'in Kudüs de dahil olmak üzere Ürdün Nehri'nin batısını işgal etmesinden sonra tartışmasız hale gelen bir meseledir.
Bu noktada şu söylenebilir; bu mesele çok karmaşık olabilir ve olacaktır da. Çünkü gerek 1948 yılından gerekse 1967 işgalinden sonra Ürdünlü olan bazı Filistinliler, Ürdün kimliklerinin yanı sıra Filistin kimliklerinin de olduğu konusunda ısrarcı olacaklar. Bu da tüm Arap ülkeleri arasında Ürdün Krallığı ile sınırlı olan bu mesele üzerinde şu andan itibaren daha çok düşünmeyi gerektiriyor. Zira bu mesele, İsrailliler işgal ettikleri Batı Şeria'dan çekildiğinde ve Filistinlilerin çoğunluğunun tutunacağı, başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin devleti kurulduğunda kesinlikle problem olacak.
Filistinliler ve İsrailliler arasında kesinleşmiş ve yakınlaşmış bir barış süreci olduğu aşikar. Bu da demek oluyor ki, bu meselenin birçok karışıklık ve sorunla sonuçlanmasının kaçınılmaz olduğu dikkate alınmalı. Bu yüzden işlerin birçok sürprizi beraberinde getirebilecek yakınlaşmış bir geleceğe bırakılmaması gerekiyor.