Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Arı topluluk modeli

‘Devlet inşası’ kavramının siyaset bilimi öğrencilerinin çoğuna ve belki diğerlerine de tanıdık geldiğini düşünüyorum. Geçmişte, bu fikrin odak noktasının, devletin güç kaynaklarına yatırım yapmak, onu rehabilite etmek veya yenilerini yaratmak için tutarlı ve etkili bir idari aygıt kurmak olduğunu düşünürdüm.
Fakat hocam Profesör John Keene, bu fikre çok şüpheyle yaklaşırdı. Bu temel üzerine inşa edilen sosyal sistemin, istikrarı liderin kişisel gücüne bağlı olan ters çevrilmiş bir piramide benzediğini söylerdi. Buna örnek olarak, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Sovyetler Birliği'ni yeniden inşa ederek onu bir süper güç haline getiren Joseph Stalin'i (1878 - 1953) zikredebiliriz. Bir başka örnek daha verecek olursak Çin'i her yıl yüz binlerce insanın açlıktan öldüğü bir ülkeden dünyanın en hızlı büyüyen ülkelerinden birine dönüştüren Mao Zedong’u (1893 - 1976) gösterebiliriz. Bu konuda Adolf Hitler'i ve kısa sürede ülkelerinde çok derin dönüşümler gerçekleştirmeyi başaran birçok güçlü lideri örnek verebiliriz.
Profesör Keene, bu etkileyici modelin kısa ömürlü olduğunu düşünüyor. Stalin'in inşa ettiği bina elli yıl içinde parçalandı ve çöktü. Mao Zedong'un modeli ekonomik olarak başarılı oldu. Ancak Çin toplumunu uçsuz bucaksız bir kışlamsı bir yapıya dönüştürdü. Bu nedenle, halefleri çok geçmeden onu fark edilmeyecek şekilde değiştirdi.
Bu modellerdeki sorun, kimsenin hariç tutulmadığı, eksiksiz ve kapsamlı bir sistemin hakim olduğu bir ‘arılar topluluğu’ idealine olan inançlarında yatmaktadır. Gerçekte arı toplumu örneğinden yola çıkarak, genellikle makinelerle birlikte geldiği için bir ‘katalog’ veya kullanım kılavuzuna göre sosyal hayat düzenlenemez. Bu, ütopya savunucularının daha önce bahsettiği büyük bir yanılsamadır, ancak asgari düzeyde bile gerçekleşmesi imkansızdır.
Makineler mekanik bir şekilde çalışır, hareketleri dış bir faktör tarafından belirlenir ve reaksiyonlarının sınırları sabittir ve değişmez. Örneğin otomobil, hızı saatte 200 kilometre ile sınırlıdır. Yakıt miktarını iki katına çıkarsanız, sürücüyü veya yolu değiştirseniz de bu değişmeyecektir. İnsanlardan farklı olarak, dinamik bir şekilde çalışırlar, yani etkileşimlerinin büyük bir kısmı dış faktörlerin etkisinin ötesinde içlerinde gerçekleşir. Bu nedenle çoğu mucit, kendileri gibi mucitlerden bir şey öğrenmedi. Aksine yenilik yapanlar, öğrendiklerini yeni dünyalara atlamak için bir platform olarak kullanıp, öğrendiklerinin sınırlarında durmadılar.
Bütün büyük liderler, kalkınmanın başarısı ve kapsamlı kalkınmanın başarılması için orijinal ve birincil bir bahis olarak ‘insanı inşa etmekten’ söz ettiler. Ancak pratikte, insanı bir üretim aracı olarak ele almaya yöneldiler. Bu nedenle, vatandaşların üretiminden kaynaklanan birincil ve ayrı haklarından değil, ‘görevlerinden’ ve sorumluluklarından bahsettiklerini sık sık görürsünüz.
İnsanları üretim makinelerine dönüştürmek mümkün değil. Bunun olduğunu varsaysak bile, kaç kişi makineye dönüşmeyi göze alabilir? Bu rolü ne kadar süre üstlenecekler ve karşılığında ne kadar fiyat isteyecekler?
Bu bir başarısızlık modelidir. Japonlar iki savaş arasındaki dönemde denedi. Ruslar da İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra denedi. Fakat başarısızlığı kaçınılmazdır. Dünyanın denediği ve başarılı olduğunu kanıtladığı tek yol, insanların herhangi bir ideolojik veya başka yanılsama empoze etmeden aldıkları kadar verdikleri, eşit doğal vatandaşlık modelidir. Böyle bir durumda insanlar haklarını alacak ve görevlerini otomatik olarak yerine getireceklerdir. Yaşamda kendiliğindenlik, geleceğe ve sosyal çevreye duyulan güven ve selamet duygusunun doğal sonucudur. Biliyoruz ki, milletin ilerlemesi için gerekli olan yenilik ve yaratıcılığın doğduğu durum budur.