Hazım Sağıye
TT

‘Hizbullah'ın adalet ile sorunu

Hizbullah'ın mahkemelerle olan sorunu bir sır değil. Mahkemelerden korkuyor ve nefret ediyor. Bunun nedenleri, birçok kişinin şüphelenmek için neden olarak gördüğü eylemlere kadar götürülebilir. Ancak “Hizbullah’ın” adalet karşısındaki nefreti ve korkusu için göz önünde bulundurulması gereken bir başka boyut daha var: Her ne olursa olsun mahkemelere nefret üzere kurulmuş bir yapı olması. Yani bu oluşum adaletten, adaletin izlediği yollardan ve gereklerini dikkate alarak takip ettiği yöntemlerden nefret eder.
Adaletin ve adalet kurumlarının, Hizbullah'a benzeyen partilerle ve onların sistemleriyle olan ilişkisine dair tarihten bazı sayfaları hatırlayabiliriz. Bununla şöyle bir sonuca ulaşırız: Totaliter veya yarı-totaliter bir partinin güçlendirilmesi, adaletin güçlendirilmesine eşit değildir. Örneğin, Sovyet döneminde parlak Sovyetler vatandaşı bir avukat bilmiyoruz. Aynı şekilde bugün önde gelen bir Çinli, İranlı ya da Suriyeli hukukçu duymadık. Nitekim burada meşruiyet, seçimlerle değil; devrimle ilgilidir ve yargı yürütmeye tabidir. Bu vb. sebeplerden ötürü, “kutsallıkla” nitelenen ve uğruna her türlü iğrenç şeyin yapılabileceği bir davanın olduğu yerde parlak bir avukatın ya da önde gelen bir hukukçunun çıkması mümkün değildir.
Kuvvetler ayrılığına mukabil kuvvetler birliğinin olduğu bu yerlerde böyle bir şeye izin verilmez ve tüm gerekçeler ortadan kaldırılır. Mesele şu ki, söz konusu rejimlerde sürekli olarak bir tür “devrimci adaleti” ikame etmeye çalışan bir anlayış vardır. Burada “adalet” belirli fikirlere hizmet eder ve belirli bir grubun çıkarlarını temin eder; yani aslında burada adalet, “adalet” değildir.
Öte taraftan devrimlerden ortaya çıkmayan ve direnişçi olmakla övünmeyen rejimlerin mahkemelere ve kanunlara aykırı hareket edebilecekleri doğrudur. Fakat bu rejimlerin adaletin işleyişine aykırı bir teorisi yoktur. Yani her ne kadar pratikte buna aykırı hareket etse de teorik olarak inkâr etmez.
“Yüksek Mahkeme”, parlamentonun oyladığını ve devlet başkanının imzaladığını geri çevirebilmesiyle liberal anlayışın gururudur.
Totaliter anlayışın gururu, liderin ve onun iktidar partisinin kararlarına karşı çıkanları susturmaktır.
Bolşevik Rusya’da “devrimci adalet” pratikte “sınıf düşmanlarına” karşı bir misilleme aracıydı. Nitekim eski mahkemeler dağıtılırken, Çeka gizli polisi bu görevlerin bir kısmını devraldı. Bolşevikler kısa süre sonra mahkemeleri yeniden kurdular; ancak intikamcı doğaları, çalışmalarını ve yargıçlarının kararlarını gölgede bıraktı.
Çin anayasası, mahkeme sisteminin “idari organlardan, kamu kuruluşlarından ve bireylerden bağımsız” olduğunu söylese de partinin “siyasi ve hukuki işler komiteleri”, yukarıda bahsedilen sistemin tamamını “koordine eden” ve “doğrudan denetim” hakkına sahip olan oluşumlardır. Bu nedenle Hong Kong, Çin'e ilhak edildiğinde –bir ülke, iki sistem ilkesinin bir parçası olarak- kendi mahkeme sistemini sürdürmekte ısrar etti. "İnsan hakları" kavramı, Komünist Çin'in ilk nesil yöneticileri tarafından kaçınılması gereken bir burjuva kavramı olarak görülüyordu. İkinci nesil ise, bu soruna “bizim insan haklarımız” ile “onların insan hakları” arasında ayrım yapan bir teori geliştirerek yanıt verdi. Nihayetinde dış dünyaya açılmayla birlikte bu saçmalığa son verildi.
1959 Küba Devrimi zaferi ile birlikte çok sayıda avukat ülkeden kaçtı. Kendisi de bir avukat olan Fidel Castro, gençlere hukuk okumamalarını ve bilim, mühendislik ve tıp üzerine odaklanmalarını tavsiye etti. Sosyalist rejimin kurulması bir ihtiyaç olmakla birlikte bunun için gerçeklerin bilinmesine gerek yoktur. Çünkü gerçekler önceden bilinmektedir ve sosyalist cennette anlaşmazlıklar yoktur. 1962'de Fidel, “halk mahkemeleri” kurulmasını önerdi. O zamandan beri, birçok olumlu değişiklik oldu. ABD ve İspanya ile yakınlaşma arayışı, dünyaya açılma ve zamanın geçmesiyle birlikte eskiye bağlılığı sürdürmenin çeşitli zorlukları bu değişimlerin sebeplerindendir. Ancak, bir avukatın ‘bağımsız’ olarak çalışması ve iktidarla bağlantılı kolektif bir kuruluşun parçası olmaması hâlâ yasaktır.
İran'da da ilk mahkemeler, devrimden sonra -Sovyet tarzında- belirli bir amaçla doğdu: “Düşmanlardan intikam almak, Şah rejiminin destekçilerinden intikam almak ve devlet için tehdit oluşturabileceklerden kurtulmak.” Hüccetü’l-İslam Sadık Halhali, bu mahkemelerin başındaki isimdi. Ölüm cezaları çabucak verilir ve Humeyni çabucak onaylardı. Bugün, devrimin üzerinden kırk yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen iktidar çevreleri, “devrimci mahkemelerin” mevzuatını istisnasız tüm davalara genelleştirmenin “gerekliliğini” tartışıyorlar.
"Devrimci mahkemelerin" yargılamaları jürisiz yapılır ve tek bir yargıç kesin olarak karar verebilir.
Bu mahkemeler gözlerden uzak bir şekilde gerçekleştirilir ve hükümet, içerde neler olup bittiğini açıklama hakkına sahiptir.
Bunlar, Hizbullah’ın ülkede empoze etmeye arzulu olduğu modellerdir.
Lübnan, “adaletin siyasallaştırıldığı” bahanesiyle böyle bir duruma mı sürükleniyor?
Muhtemelen bu tür bir şey yaşıyoruz.