Abdulaziz Tantik
TT

İslamcılığın kendisi ile yüzleşmesi -3-

İslamcılığın Yaslandığı Tarihsel Bakışla Yüzleşmesi…
İslam, diğer düşünceler gibi kendi müntesiplerine bir ufuk çizgisi sunar. Bu ufuk çizgisi içinde insan ve varlık ile Yaratıcı Kudret olan Allah ile ilgili anlam ve bakışı sunar. Bu temel yaklaşımdan uzaklaşma ve yakınlaşma ile müslüman ile İslam arasındaki bağ belirlenmiş olur.
Bu ufuk çizgisi; Allah’ın, varlığın yegâne Maliki, Rabbi ve Yaratıcısı olduğunu belirgin kılan çizgidir. Varlığın bir tek sahibi vardır: Allah… Varlığın bir tek Rabbi; yaratan, büyüten, besleyen, terbiye eden ve cezalandıran olarak Allah… Varlığın bir tek, eşi ve benzeri olmayan Yaratıcısı vardır ve hiçbir şey O’nun izni olmadan gerçekleştirilemez olan: Allah… İşte bu ufuk çizgisi içinde insana verilen anlam ve onun hilafet misyonunu yüklenerek varlık ile kuracağı ilişkideki silm/selam yurdunu inşa sorumluğu böylece aşikâr kılınmaktadır. Bu sorumluluk, insanın temel davranış kodlarını belirlerken bu ufuk çizgisinin dışına çıkmamayı da zorunlu olarak işaret etmektedir.
Bütün varlığın bu şekilde anlamlandırılması müslüman olmanın keyfiyetini işaret eder. İnsan bu keyfiyet içinde anlamını bulur ve teslim olarak iman eder ve bu güven üzerinden hayatını idame ederek öte dünyaya göçmeyi mutluluk olarak kabullenir. İslamcılık, hayata geçtiği zemin içinde sahip olduğu psikolojik vasat yüzünden bu temel ufuk çizgisini bir an için geride bırakarak yeni bir ufuk çizgisini öne çıkarmaya başlamıştı. Mevcut durumu kurtarma ve bu mevcut durumun kurtarılması için gerekli olan şartların varlığına bağımlılığı bir reçete gibi görme ısrarı, beklenen sonu işaret etti…
İslamcılık bu görüşe tabii ki tarihsel müktesebatta bugününü kurtaracak arayışlara uygun bir düşünme biçimini arayarak buldu ve ona göre ufuk çizgisini belirledi. Bu tarihsel müktesebatta İslam ile diğer kültürlerin karşılaşması sonucu müslüman âlimlerin verdiği tepkilerden işine geleni tercih ederek sorunu çözmeye çalıştı. Bu mesele derinlemesine bir tartışmayı dışarıda bırakarak el an olana yönelmeyi bir zorunluluk addetmeden kaynaklı bir acelecilik ile hareket etmeyi beraberinde taşıdı. Ve neredeyse son iki yüz yılın entelektüel müktesebatını da bu şekilde belirlemiş olma sorumluluğunu üstlenmiş oldu. Akıl vahiy, din bilim tartışmalarının serencamını burada tartışmaya gerek yok. Ancak bu tartışmanın İslamcılığı etkileyen boyutunu gözler önüne sermekte fayda var. Ayrıca o dönemde meydana gelen tartışmalarda İslam’ın kendine has ufku genel itibarı ile muhafaza edilmeye çalışılmasına rağmen tevili mümkün görünen yerde ise yeni bir bakışın inşasından çekinilmemiştir. Bu çekinilmemeyi sağlayan ise o gün Müslümanların karşı karşıya kaldığı durumu el an önceleme ve sorunu çözme girişiminin belirleyiciliğini de dikkatten kaçırmamak elzemdir.
O günkü karşılaşmada Müslümanlar ve diğerleri arasında ortak noktaların varlığı açık olduğu gibi aynı ufku taşımada da belirli bir istidada sahip olduklarını söylemek mümkün… Buna rağmen felsefe ile dinin temel çıkış noktasının aynı olması; anlam arayışı; bu arayışın temelinde Tanrının varlığı, konumu, işlevselliği yanında insanın anlamı, işlevselliği ve yorumlanmasını da taşımasına rağmen çıkış noktalarının farklılığı onları farklı noktalara yöneltebiliyordu. O yüzden din, kaynağını ilahi olan/Allah’a dayandırırken, felsefe, kaynağını akla ama bu aklın faal akıl gibi üst bir akla dayandırdığı bilinmektedir. Kaynağın aynı olması işlevin ayniliğini beraberinde taşımadığı yapılan tartışmalardan hareketle ortaya çıkartılabilir. Ancak, bu küçük ayrım bile büyük ayrımları beraberinde taşımaktadır. Dinin temel ilkeleri ile felsefenin temel ilkelerinin ortak benzeşen tarafları olmakla birlikte yollarının ayrı olması farklı dünya görüşlerini ve farklı yaşam tarzlarını beraberinde taşımıştır.
Meselenin asli sorunu ise İslamcılığın bulunduğu tarihsel zeminde artık bilim, felsefe ve dinin ortak bir kaynağı olmadığı gibi ortak anlam örgüleri de bulunmamaktadır. Tamamen farklı bir dünya görüşü, estetik algısı, yaşam tarzı ve buna dayalı bir bilgi yöntemi taşımaktadır. İşte bu benzemezliği bile dikkate almadan İslamcılığın tarihsel müktesebata dayalı olarak ortak bir noktanın varlığını hesaba katarak yaptığı çıkarım, İslamcılığı ciddi bir travmaya yöneltmiştir. Bu konuda iki temel yaklaşım biçimi öne çıkarılmıştır. Tarihsel süreci dışlama ve asrısaadete dönüş yaparak tarihsel bir sıçrama ile kaynağın bizzat kendisine yönelme arzusu ve oradan din/İslam ile sahici bir ilişki kurma arayışı… İkincisi, bilim/teknik/teknoloji ve ahlak üzerinden bir ayrımı kabul ederek, bu ayrımı uygun görecek bir ufuk çizgisini oluşturma arayışı… Bu arayış, İslam’ın tarihsel seyrini ve müktesebatını devre dışı tutarak kuran ve sünnet ile birebir bir ilişki kurma arayışı, sonradan da sünnetin tezleri ile uyumlu kaynağı sağlayamayacağı görüşü üzerine sadece temel kaynağın Kuran oluşuna yapılan vurgu ile istenilen ufuk çizgisini sağlama almaya çalışıldı.  Bu İslam dünyasının neredeyse birçok kültür havzasında açığa çıkan bir boyutu ve sorunu işaret etmektedir.
Osmanlının çöküşü, onun yerini dolduracak İslam coğrafyasında başka bir müslüman gücün ortaya çıkamaması, batının gücünü artırarak varlık sahasını doldurması, İslam coğrafyasını ele geçirerek kendi eğitim müfredatını ve dilini dayatması üzerine İslamcılığın peşinen bir yenilgi travmasına yakalanması ve çıkışın/kurtuluşun ise batının sahip olduğu şeyler üzerinden ancak sağlanabileceği görüşü temel bir bakışı inşa ederek İslam ile kurulacak ilişkinin de mahiyetini belirlemiş oldu. Elbette ki o dönemde de bazı müslüman âlimlerin farklı yaklaşımları olmuştur, olabilecektir. Ancak İslamcılığın temel yaklaşımı, mücadeleyi sürdüren hareketin temel bakışını bu çizgi oluşturmaya başlamıştır.
Türkiye’de altmışlardan itibaren yapılan tartışmalara, diğer İslam coğrafyasındaki tartışmalara bakıldığı zaman meselenin iki temel bakışa indirgendiğinde mutabakat bulunur: Müslümanlar dinlerini terk etmişlerdir. Ama hala bir milyarın üstünde müslüman olduğunu söyleyen bir kitle varsa ki vardır, o zaman bu Müslümanların kendi dinleri ile ilişkileri sorunludur. Dolayısıyla tarihsel müktesebata dair şüphenin başlangıç noktasına buradan ulaşılır. Bu sonucu doğuran bakış ise batının yükselişini sağlayan şeylerdir. Nedir onlar? Felsefe ve bilimde sahip oldukları seviyedir. Onları bu seviyeye getiren bilim ve felsefe ise Müslümanlar niye sahip değiller? Çünkü tarihte Müslümanlar felsefe ve bilim ile mesafeli durdular. O zaman o Müslümanlar dini doğru anlayamamışlar, bugün o anlayışı sürdüren Müslümanlar ise yenilgiye uğramışlardır. Ne yapılmalı? Tabii ki yeni bir yorum ortaya konulmalı ve bu durumu değiştirecek bir bakış inşa edilmelidir. Yani bilim ve felsefe ile yeni bir ilişki kurulmalıdır. O zaman bunu reddeden dini bakışı aşmak için tarihsel bir sıçramaya ihtiyaç vardır. Böylece asrısaadete geri dönerek İslam ile sahih bir bağ kurulabilir, denildi. Ve İslamcılığın serencamı başladı. 
Bu durum modern düşünce ile bir hesaplaşmayı beraberinde taşımadı, bilakis, yararlanmayı öne çıkardı. Çünkü bilim ve felsefe İslam coğrafyasında bulunmamaktaydı. O yüzden neredeyse bütün İslam coğrafyası ve bizim ülkemizde de modern batılı eğitim uygulandı. Bugünkü seküler bir zihnin açığa çıkmasına zemin oluşturan eğitim neredeyse istisnasız her yerde uygulanmaya başlandı, gönüllü veya zorla…
İslamcılığın ikinci kuşağı buna itiraz etti. Ancak bu itiraz tarihsel kopuşu kapatacak bir düzeyde yeni bir bilgi zemini inşa edemedi. Zaten bu düşünce hep bir şekilde baskı altına alındı. Bu düşüncenin sahipleri bedellerini canları ile ödediler. Ancak İslamcılıktaki baskın karakter hep bugünü/güncelin baskısını aşamayarak o önemli çıkışları daha sağlıklı mecralara taşıma konusunda zaaf taşıdı.
Mısır, Hindistan ve Türkiye dâhil olmak üzere İran, Pakistan ve benzeri birçok ülkede İslamcılığın başlangıcından itibaren taşıdığı zaafı güçlendiren eğilimleri çok güçlü bir şekilde açığa çıkartılacak pozisyonları sundular. Modernist İslamcı bakışı eksene alan siyasal arayışlar, şeriat ve fıkıh kavramını tamamen zihinlerden uzaklaştıran bir yaklaşıma ulaştılar. Modernliğin sunduğu sekülerliği iktidar olma iştiyakı ile geçici kabullenme beraberinde kendi çocuklarının bunu içselleştirmeleri ile neticelendi. Deizm ve sekülerlik tartışmalarının bütün bir İslam coğrafyasındaki karakterine bakıldığında bunu gözlemlemek bugünde mümkündür.
Ve maalesef bu meseleler hala tartışılamamaktadır. Bilim ve bilimin ulaştığı nokta ile din arasındaki kapanamaz ayrılığa rağmen hala bilim diye nida eden müslüman entelektüellerin varlığı bir sorundur. Modern epistemenin ulaştığı zemin açısından modern aydın ve filozofların yaptığı eleştirileri bile dikkate almayan bir müslüman zihin ile karşı karşıya kaldığımızı gözlemliyoruz. Bu durum gerçekten acınası bir durumu işaret eder. Ama bilim, felsefe ve din arasındaki ilişkiden bilimin hem felsefeyi ve hem de dini biçimlendiren, yönlendiren bir yaklaşıma yöneldiğini kimse görmek istemez. İslamcılık ise zaten artık kendisini tarihsel bir çöplüğe atılmış hissiyatını terk edemiyor. Dudaklarda acı bir gülümsemeye mehaz olan İslamcılık eğer kendisini yenileme ve bakışı değiştirme arayışına girmezse tarihin çöplüğündeki yerini almaya namzet olacaktır.
Gecikmeden temel meseleleri yeniden ele almaya ve İslam ile tarihsel müktesebatı arasındaki derin ilgiyi yeniden elde edecek bir yöntemi bularak İslamcılığın yeniden bir kurtuluş umudu olmaya imtiyaz kazanması elzemdir. Çünkü modernlik, İslam tarihini kullanışsız ve unutkanlığa tevdi ettirerek modern episteme ile uyumlu bakışı zorunlu kılıyor. Önce İslamcılık bu zorunluluğu yok etmeli ve yeni bir çıkışın umudunu diriltmelidir. Bu yüzden de İslamcılık tarih ile barışık bir zemin üzerinden İslam ile bağını yeniden kurma arayışını öncelemelidir.