Süleyman Cevdet
Mısırlıaraştırmacı yazar
TT

Göçmen olmak!

Belarus-Polonya sınırında mahsur kalan göçmenlere, bu yılki Nobel Edebiyat Ödülü'nün sahibi Abdulrazak Gurnah kadar kimse üzülmeyecektir.
1968'de ülkesinden İngiltere'ye göç eden bu Tanzanyalı yazar, gerçek ve kadim bir göçmen olarak her göçmenin hayatını sanki kendi yaşamış gibi yazarak yaşadı. Gelişmiş dünyanın göçmenlerin koşullarını anlayabileceğini ve isterse onları görmesi gerektiği gibi görebileceğini tasavvur ederek yaşadı.
Gurnah geçen ay prestijli ödülünü kazandığı gün, göçmenler hakkında altın değerinde açıklamalarda bulundu. Söyledikleri arasında şunlar da vardı; her göçmen, göç ettiği topraklar için bir yük olmaktan ziyade, gerçekte bir servettir. Avrupa, göçmenlerin ona sunacak bir şeyleri olduğunun, topraklarına elleri ve akılları boş gelmediklerinin, çalışıp bir şeyler ekleyebileceklerinin farkında olmalıdır.
Göçün bildiğimiz şekliyle ülkeler arasında durmayan bir hareket, daha önce kimsenin hissetmediği sürekli bir faaliyetten, bugünlerde dünya çapında geniş insan kesimlerini meşgul ettiği kadar İsveç'teki Nobel Ödül Komitesi'nin de dikkatini çeken bir konuya dönüştüğü açık ve net. Zira ödül komitesi bir göçmen olan Gurnah'a Nobel vermekle kalmadı, ekonomi alanındaki ödülü de Kanadalı bir ekonomist ile iki Amerikalı uzmana verdi. Bu kişilerin ödüle layık görülmelerini sağlayan meziyetlerinden biri de, analiz ve yazılarında göç ile meşgul olmalarıydı.
Şimdi önümüzde duran sorun, Nobel Komitesi ile dünya genelindeki pek çok politikacı arasında var olan boşluktur. Nobel Komitesi bu sorundan o kadar rahatsız ki, kendisine bir yılda 4 ödül veriyor. Politikacılar ise aynı sorundan rahatsız değiller ve onunla olumlu anlamda ilgilenmiyorlar. Çünkü onları meşgul ettiğinde, sadece aralarındaki ilişkilerde “onu kullanmak” için meşgul ediyor. Yalnızca, her şeyden önce insani bir mesele olmaktan çıkarıp, her masada öne sürülebilecek siyasi bir karta dönüştürmekle, sadece onu soyut insani boyutlarından çıkarmakla ilgileniyorlar.
Buna örnek isterseniz, lütfen Türk hükümetinin Türkiye topraklarındaki göçmenleri 2015'ten itibaren nasıl Avrupalılar ile arasında bir meta haline getirdiğini gözden geçirin. AB (Avrupa Birliği) ile ilişkilerinde hükümet bunu Suriyelilerin Türkiye'ye akın ettiği o yıldan beri yapıyor ve yapmaya da devam ediyor. AB, Ankara'nın ne göçmenleri kullanmasına ne de kullanma aşamasını aşıp Birliğin hazinesinden pek çok para elde ettiği bir şantaja dönüştürme iştahına karşı duramaz görünüyor. Türk hükümeti istediğini her elde ettiğinde, daha fazlasını istiyor!
Türkiye Avrupa’ya karşı bu oyunu o kadar çok oynadı ki artık ezberlendi, sonra da kabul edilemez hale geldi. Nasıl öyle olmasın ki, Ankara, AB’den istediğini kolayca elde ettikçe, daha fazlasını talep eder duruma geldi. Avrupa Birliği'nin genel merkezine ev sahipliği yapan Brüksel’in ise yapabileceği başka bir şey yok, çünkü Türk hükümetinin ima etmeyi bırakmadığı alternatif, göçmenleri eski kıta ülkelerinin sınırlarına doğru salıvermek. Kaldı ki bazı durumlarda, sözlü ima ve tehdit aşamasının ötesine, pratiğe geçerek tehditlerini sahada uyguladı. AB’nin her seferinde kabul edip ödeme yapmasına neden olan şey de buydu.
Görünmez tarafların bir olgu olarak göçü körüklemeye başlamış olmaları uzak bir olasılık değil. Her geçen gün artan boyutunun ve halihazırda Türkiye’nin AB ile sınırından, diğer bir kapısı Polonya üzerinden AB’nin Belarus sınırlarına taşınmasının açıklaması bu olabilir.
Belarus Devlet Başkanı Aleksandr Lukaşenko, ülkesinin Polonyalılarla olan sınırını ateşe verdi. Ateşleme için kullandığı malzeme Türk hükümetininkinden farklı değildi; Afganistan'dan ve Afganistan dışından ülkesine gelen veya ayartarak getirttiği binlerce göçmen. Her iki durumda da, yani kendisini kovalayan ve ülkesinden kovan zorlu koşullardan kaçan göçmenler ile bazı ayartmalarla getirtilen göçmenler arasında onun için hiçbir fark yok. Çünkü onun için önemli olan, Avrupa'nın geçen yıl kendisine uyguladığı yaptırımları yeniden gözden geçirmeye karar vermemesi halinde, elinin altında tutuşturabileceği bir malzemenin olması.
Lukaşenko, Türkiye'nin yaptığı ve yapmaya devam ettiği gibi maddi bir bedel istemiyor. Bunun yerine, istediğini bu şekilde tanımlamak mümkünse, manevi bir bedel talep ediyor. Ama bu bedelin Brüksel'deki AB liderliği için çok zor olduğunu bilmiyor, çünkü Avrupalılar bu takası kabul eder ve sınırlarına zarar vermesini engellemek karşılığında yaptırımları kaldırırlarsa, Lukaşenko’nun ülkesinde umursamayıp ayaklar altına aldığı insan haklarını umursamıyor ve ilgilenmiyor görüntüsü vermiş olacaklar.
İki taraf, Polonya-Belarus sınırında bir acıya tahammül yarışına girmiş durumda. Her biri hala hangi tarafın önce “ah” deyip pes edeceğine bahis oynuyor.
Avrupa tarafı, Lukaşenko'ya yönelik yaptırımların hafifletilmesini görüşmek için değil, daha fazla yaptırımı görüşmek için bir toplantı çağrısında bulundu. Öte yandan Belarus Cumhurbaşkanı da, Avrupa yolundaki göçmenlerin girebilmesi için ülkesinin Polonya ile sınırlarını açık tutmaktan geri adım atmayacağını yineliyor.
Almanya doğrudan Polonya ile sınır komşusu olduğu için, görev süresi sona eren Alman Şansölyesi Angela Merkel, hemen Rusya Devlet Başkanı Putin ile temas kurdu ve ondan Lukaşenko nezdinde girişimde bulunmasını talep etti. Talep ettiği şey oldukça mantıklı ve yerindeydi, çünkü Belarus eski Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinden biri ve bütün dünya, Rusya ile Belarus’un güçlü bir ittifak ve dostluk ilişkisiyle birbirine bağlı olduğunu biliyor.
Ancak Putin çabucak meseleden elini çekti ve hemen bunun bir Belarus-Polonya meselesi olduğunu açıkladı. Görevinden ayrılan Şansölye’nin sandığı gibi, bununla hiçbir ilgisi olmadığını, ne arabuluculuk yapabileceğini ne de Angela Merkel'in kendisinden beklediği türde kayda değer bir şey yapabileceğini deklare etti.
Bu doğru değil. Gerçek şu ki, Lukaşenko'nun yaptığı şey Putin'in hoşuna gidiyor ve keyiflendiriyor. Belarus Cumhurbaşkanı yerine kendisi bunu AB’ye yapmış olmayı dilerdi. Dolayısıyla kendisi yapamıyorsa, en azından onu gizlice cesaretlendirebilir. Olup bitenlere karşı körmüş gibi davranabilir. Hiçbir şey yapamıyormuş gibi yapabilir ve Avrupa'nın Belarus ile yüzleşmesinde attığı çığlıklardan mutlu olabilir.
Olup bitenlerin detayları arasında, Belarus'un bu savaşta sadece öncü güç olduğu, Lukaşenko'yu kışkırtan ve sonra konudan uzakmış gibi bir görüntü çizen tek kişinin Putin olmadığı hissediliyor. Rusya Devlet Başkanı'nın yanı sıra, başkaları da onun gibi görünmeye çalışıyorlar.  Çünkü sınırlardaki göçmenler savaşı, bir devlet ile diğer bir devlet arasında sınırları kontrol etme ve güvence altına alma konusunda yaşanan bir çatışmadan ziyade, dünyada bir ittifakın karşısındaki bir ittifak ile çatışmasıdır.
Öyle olmasaydı, Polonya bu çatışmanın aşamalarından birinde, NATO'yu yardıma çağırmaz, ondan yardım ve destek talep etmeye başlamazdı.
Ancak çatışmanın her aşamasında göçmenler ödenen bedeldi. İki ittifak veya iki cephe arasındaki çatışma ateşinin beslendiği odunlardı. Bu devirde göçmen olmak ne acı, iki ülke arasındaki sınırda mahsur kalanlarla birlikte olmak ne kadar zor, hiçbir ilginin olmadığı bir siyasi mücadelenin yakıtı olmak ne kadar acımasızca!