Hüda Huseyni
Lübnanlı gazeteci-yazar ve siyasi analist
TT

Lübnan asla bir Velayet-i Fakih eyaletine dönüşmeyecek?

Şii ikilisi sonunda yapacağını yaptı ve İran’ın hatırına Lübnan'ı kenarında durduğu uçuruma itti. ABD'nin nükleer anlaşmadan çekilmesinden bu yana, Şii ikilisi Lübnan'a bir an bile nefes aldırmama üzerine bahse girdi. İkili 17 Ekim devrimini nereden vuracağını bildi. İran’ın Avrupa ülkeleriyle müzakerelerinin yeniden başlaması ve Amerikan heyetinin doğrudan katılmak yerine yan odada kalmasından sonra, özellikle Hizbullah, Lübnan'ı Velayet-i Fakih'e bağlı bir İran "eyaleti" haline getirebileceğine inanarak, aşırı gücüne başvurdu ve bunun ödülü büyük oldu.
İran’da seçimlerin düzenlenmesini ve Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi'nin seçim zaferini beklemek için müzakereler askıya alındığında, Hizbullah’ın Lübnan'daki sabotajları ve tahribatları arttı. Bankacılık sektörünü yok etmeye çalıştı ve Yargıç Tarık el-Bitar henüz Hizbullah’tan hiç kimseyi soruşturma için çağırmamış olmasına rağmen, yargı erkine de bir darbe indirmeye karar verdi. Limanın yıkılması ve 200'den fazla insanın hayatını kaybetmesi onun için hiçbir şey ifade etmedi, 6 binden fazla masum Lübnanlının yaralanması onu etkilemedi. Bir zamanlar Beyrut için “bir banka ve bir liman” derlerdi. Ama Hizbullah’ın görevi, sanki kendisi sayesinde Lübnan'ın dibe ulaşması ve böylece müzakerelerde İran’ın ABD'nin üzerine çıkması için yemin etmiş gibi, İran için Lübnan kimliğini tamamıyla değiştirmektir. Bunun sonucunda Lübnan'da yoksulluk, açlık, hastalık ve ölüm kol gezer oldu ve Şii ikili arasındaki suç ortaklığı ülkenin içinde bulunduğu çukuru derinleştirmeye devam etti.
Hizbullah ve Cumhurbaşkanı ile birlikte kötü şöhretli Hassan Diyab hükümetinin kurucu babası olmasına rağmen Emel Hareketinin lideri Nebih Berri, bu hükümeti nasıl felç ettiyse, şimdi de Şii bakanlar, Lübnanlılara tüm sorunlarını çözmek için gelen beyaz atlı prens olduğunu telkin eden Necip Mikati hükümetini felç ettiler. Elbette kimse Mikati’ye inanmadı. Nitekim Hizbullah, istediği olmadıkça hükümetin çalışmalarını askıya almaya karar verdi. Temsilciler Meclisi Başkanı ise her zaman olduğu gibi bize çözüm bulmaya çalıştığını söylüyor ve şöyle diyor: Lübnan’ın varoluşsal olarak en tehlikede olduğu bir anda, yargıyı güçlendirerek Lübnan'ı ve bağımsızlığını güçlendirmekle görevliyiz. Bu ifadeler Lübnan'ın bağımsızlığının yıl dönümü için yaptığı açıklamada yer aldılar. Pazartesi sabahı Lübnan’ın bağımsızlığının yıldönümü için düzenlenen berbat töreni izleyenler, Lübnan adında bir vatanın gömüldüğü cenaze töreninde, biri Cumhurbaşkanlığı, biri Meclis Başkanlığı, biri de Başbakanlık makamında üç “mumyanın” oturduğunu fark ettiler.
Yargıç Peter Germanos şöyle bir hadise anlatır: 1981'de Cumhurbaşkanı Elias Sarkis birkaç arkadaşını ağırlarken bir telefon geldi. Geri döndüğünde yüzü asıktı. Sebebi sorulduğunda; “İçinde 120 İran Devrim Muhafızı unsuru bulunan bir uçak Beyrut Havalimanının pistine inmiş, bunlar bildiğimiz Lübnan'ı değiştirecek” dedi. Bu hadise, Yaser Arafat’ın Lübnan'ı kendisinin yönettiğini sandığı zamanlarda yaşanmıştı.
Bağımsızlık yıldönümünden bir gün önce “Direnişe Vefa” Bloğu Başkanı Muhammed Raad karşımıza geçerek: “Halkımızın geçmiş yıllarda yaptığı fedakarlıklardan sonra aşağılanmasını kabul etmeyeceğiz” diye konuştu. Sanki halkı daha aşağılanmadı. Şu sözleri ile neyi kastettiğini ise anlamadık: “Egemenliğin ulusal standart, bu vatanın evlatları ile onu bir bavulmuş gibi görenler arasında bir sınır haline geldiği seviyeye ulaşmak için yönetimde, güvenlik hizmetlerinde, yargıda, ekonomi ve bankacılık kurumlarında, kamu hizmetlerinde olsun iç düzeyde tavizler verdik.” Oysa bu kurumların hepsini Hizbullah yuttu ve tüm temellerini sarstı.
Raad’ın söylediği en komik şey ise şuydu. Yabancı bir güce güvenmeyin… Sözlerini şöyle bitirdi: “Milli egemenlik ve milli onurun korunması kriteri temelinde her türlü ulusal iş birliğine açığız.” Burada milletvekili Raad'ın bize milli egemenlik kriteri ile neyi kastettiğini açıklamasını istiyoruz. Bunun ölçüsü İran'a olan sadakatin boyutu mu? Kastettiği milli onur, anavatanımız Lübnan'ın cesedinin üzerinde dururken Veliyy-i Fakih’in huzurunda yemin etmemiz mi? Kendisini temin ederim ki, bu konuda insanlara sertifika dağıtma fırsatına sahip olmayacaktır. Bu karşı çıkışım bulaşıcıdır.
Direnişçi milletvekili Raad ve Şii ikilisinin perişan günümüzü anlamak için tarihi gözden geçirme ve paralellikler çizme fırsatı bulmasını diliyoruz. Hepimizin kitaplarından istifade ettiği tarihçiler Zeyn Nureddin Zeyn, Kemal Salibi, Philip Hitti, Velid Halidi ve Albert Horani’yi yeniden okumaya fırsatları olmasını umut ediyoruz. Tabii daha önce okumuşlarsa.
Haziran 1916'da Şerif Hüseyin bin Ali önderliğinde Büyük Arap İsyanı başladığında, amacı, Osmanlı egemenliğinin boyunduruğundan kurtulmak ve Şerif ile oğulları Faysal ve Abdullah'ın önderlik ettiği bir oluşum kurmaktı. Akdeniz kıyısındaki Lübnan'dan Irak'a uzanan ve aralarındaki tüm toprakları kapsayan bir krallık tesis etmekti.
Hüseyin-McMahon yazışmaları adı verilen temaslar sırasında İngiltere, Şerif Hüseyin'i Türklerden kurtulmaya teşvik etti ve ona krallık vaat etti. McMahon Mısır'daki İngiliz tacının en yüksek temsilcisiydi.
İngiliz Savunma Bakanlığı, Arap ordusunu silahlandırması ve eğitmesi için Arapların “Uranüs” adını verdikleri Thomas Edward Lawrence'ı gönderdi. Arap ordusu geri çekilen Osmanlı ordusundan arta kalanlara saldırıp şiddetle ve acımasızca ortadan kaldırdı.
Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden sonra, 1921'de Londra'da bir konferans düzenlendi. Babası Şerif Hüseyin’i temsilen konferansa katılan Şerif Faysal, Henry McMahon'un verdiği sözün yerine getirilmesini talep etti. Ama İngiliz hükümetinin herhangi bir vaatte bulunduğunu reddetmesi karşısında yıldırım çarpmışa döndü. Bir sihirbazın el çabukluğuyla, McMahon'un Arap Krallığı vaadinin geçtiği mektubu ortadan kaldırıldı. O zaman Şerif Faysal, vaat edilen krallığın Sykes-Picot olarak bilinen anlaşma kapsamında kimisi İngiliz, kimisi de Fransız mandasına tabi devletlere bölündüğünü öğrendi. Şerif Faysal'a İngiliz tacının kendisini Irak kralı, kardeşi Abdullah'ı da Doğu Ürdün'ün kralı olarak atadığı bilgisi verildi. General Edmund Allenby tartışılmaz bir askeri emir gibi görünecek şekilde ondan Bağdat'a gitmesini istedi. Böylece komplonun gerçek yüzü ortaya çıktı. Tarihçi Zeyn Nureddin Zeyn, “Ortadoğu'da Uluslararası Çatışma" adlı kitabında, Sykes-Picot ile Şerif Hüseyin devriminin patlak vermesi ve Londra Konferansı'nın düzenlenmesi arasındaki süreyi; büyük kayıplar, istikrarsızlık, şiddet, fanatizm ve milliyetçi duygular, bunların arkasında duran kontrol ve nüfuzu genişletme emelleri şeklinde tanımlıyor.
Sykes-Picot Anlaşması üzerinden 106 yıl geçti ve bu süre içinde kendisinden doğan ülkeler, hiçbirini es geçmeyen olaylara, devrimlere, darbelere ve savaşlara tanık oldular.
Anlaşmadan bu yana, o sırada dünyanın kutupları olan İngiltere ve Fransa’nın yıldızları söndü. ABD ve Sovyetler Birliği'nin dünyanın yeni büyük güçleri olarak yıldızları yükseldi. Arap ülkeleri de bu iki kutba bağlılıkları konusunda ikiye bölündüler. Bazıları ABD'ye yanaştı ve kapitalist sisteme bağlı kaldı. Bazıları da Sovyetler Birliği ile ittifak etti ve sosyalist bir sistemi benimsedi. Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte ABD dünyanın en güçlü ülkesi oldu. Sosyalizm modası geçmiş bir sistem haline geldi ve sosyalist Arap ülkeleri de kapitalist ülkelere dönüştüler. Sykes-Picot Anlaşması'ndan bu yana geçen 106 yılda, bu ülkelerin rejimlerinin, birkaç istisnai durum dışında, gerici, istikrarsız ve gelişemez oldukları kanıtlandı. Dolayısıyla, Arap ülkelerinin çoğu kırılgan, zayıf, ihlallere, dış güçlerin kontrol etme ve nüfuzlarını genişletme amacıyla onları karıştırmalarına karşı savunmasızlardı.
Tarih tekerrür etmez, tekrarlanan insanların davranışlarıdır. Arapların bugünkü durumu, tıpkı tarihçi Zeyn Nureddin Zeyn'in Büyük Arap İsyanı'nın patlak vermesinden sonraki durumu tarif ettiği gibi, büyük kayıplara, istikrarsızlık, fanatizm ve şiddete tanık oluyor. Bugün bütün bunların arkasında, 636'da Kadisiye Savaşı'nda Pers komutanı Rüstem Ferruhzad'ı mağlup eden Müslüman Araplardan intikam almayı ve Pers imparatorluğunun geri dönmesini isteyen İran'daki İslam Devleti var. Sloganlar ve kutlamalar dışında İran'ın amacı Filistin davası ve Kudüs'ün kurtuluşu değil, daha ziyade İran imparatorluğunu yeniden kurmaktır. İranlı liderlerin ülkelerinin zayıflığından ve rejimlerinin kırılganlığından yararlanarak Arap başkentlerini işgal etmekle övündükleri bir sır değil. Veliyy-i el-Fakih’in, İran'ın işgalini ve kontrolünü kolaylaştırmak için Hizbullah gibi kollarına, toplumlarından geriye kalanları ortadan kaldırma, bozgunculuk yapıp hasar verme emri gönderdiği biliniyor. Bundan şüphesi olan varsa, ABD Başkanı George W. Bush'un 14.8.2016'da Washington Post'a verdiği röportajı okusun. Bush açıkça İsrail ve ABD'nin Irak'ı İslam Cumhuriyeti'ne teslim ettiğini, İsrail ile İran arasında nükleer dosya dışında bir ihtilaf olmadığını ifade ediyor.
Ama Batı'nın İran'daki Mollaların idrak edemedikleri hedefleri var. Onlardan önce dünyada kovulan ve gömülecek yer bulamayan Şah Muhammed Rıza Pehlevi de bu hedefleri idrak edememişti. Önümüzdeki hafta Viyana Zirvesinde Amerikalılar, koşulsuz olarak İran'dan uranyum zenginleştirme programını durdurmasını ve balistik füze ağını dağıtmasını talep edecekler. Rejimin çektiği ekonomik acıları hafifletecek adımların bunlar gerçekleştikten sonra ele alınacağını iletecekler.
İran bunu kabul etmemekte inat edebilir, ancak bu, İran'ın Filistin'i özgürleştireceğine ve Kudüs'ü geri alacağına inananlara, bunun için onu destekleyenlere ve silahlı kollarına karşı görünüşü kurtarmanın ötesine geçmeyecektir. Ancak zaman unsuru, finansal, askeri ve dahili olarak İran'ın çıkarına değildir.
Tıpkı Büyük Arap İsyanı'nın Sykes-Picot’un başarıyla uygulanmasına katkıda bulunduğu gibi, İranlılar, imparatorluklarını yeniden kurma çabalarının farkında olmadan ya da farkında olarak Batı'nın planlarının gerçekleşmesine katkıda bulunduğunu anlayacaklardır. İran’ın kontrol ettiği ülkeleri karıştırması sonucu dökülen kanlar, hüküm süren nefret ve hoşgörüsüzlük derin bölünmelere yol açtı. Bu da, Pers İmparatorluğu'nun geri dönüşünü değil, söz konusu ülkelerin önümüzdeki yüz yılda Batı'nın çıkarlarına uygun yeni bir Sykes-Picot kapsamında yeniden oluşturulmalarını kolaylaştıracaktır.
Gelecek Pazartesi Viyana’da yeniden başlayacak müzakerelere dönecek olursak, Reisi yönetimindeki kilit oyuncular, anlaşmayı yeniden canlandırmanın ekonomik faydalarını kesinlikle biliyorlar. Ancak dış politika ekibi perişan bir halde ve nükleer anlaşmayı canlandırmak gibi karmaşık ve hassas bir görev için gereken diplomatik hüner ve teknokrat uzmanlığa sahip olup olmadığı konusunda soru işaretleri yaratan açıklamalarda bulundu. Yeni Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan, 2015 nükleer anlaşması hakkında zaman zaman yanlış görüşler benimsedi. Bu kafa karışıklığı, daha sonra Abdullahiyan'ın İran'ın müzakerelere geri dönmesinden önce Biden yönetiminin İran'ın dondurulmuş 10 milyar dolarlık fonunu serbest bırakmasını önermesiyle daha da görülür hale geldi. Bu tür açıklamaları, İran Dışişleri Bakanının ABD iç siyasetini anlamadığını ve yine iç siyasetin ABD Başkanı Joe Biden'ın anlaşmayı kurtarmak için hayata geçirebileceği gerçekçi icraatların kapsamını nasıl sınırladığını bilmediğini açığa çıkardı. Bu açıklamalar anlaşmanın diğer taraflarını da kızdırdı. Örneğin sözde İran'ın müttefiki olan Ruslar, yeni bakanın kullandığı ve kafa karışıklığını ortaya koyan bu dile gülmeden edemediler. Nükleer müzakerelerin kilit isimlerinden Ali Bakıri Kani'ye bakıldığında tablo daha da karanlık görünüyor. Kani'nin şimdi canlandırmakla görevlendirildiği anlaşmaya karşı sicili, güçlü ve açık düşmanlıkla dolu. Nitekim bir keresinde Kani, 2015 nükleer anlaşmasının o dönemde Dini Lider tarafından onaylanmadığı gibi açıkça yalan bir beyanatta bulunmuştu. Bu, Dini Lider’den sonra katı ideologlar ile pragmatistler arasında beklenen çatışmaya delalet ediyor.
Dahası Hamaney şimdi, İranlı müzakerecilere Amerikalı mevkidaşlarıyla doğrudan görüşmeyi yasakladı. Bu da, Tahran'ın uzlaşmak yerine diğer tarafların sabrını test etmek istiyor gibi görülmesine neden oldu. Bu sebeple Tahran, ne anlaşmanın bir tarafı olan ne de onu imzalayan ve olanları seyretmekle kalmayacak İsrail’i unutmamalıdır.