Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

ABD’den Fransa’ya, Fransa’dan Bolu’ya varan bir ırkçılık öyküsü

“Biz de Müslümanız, lütfen yani. Böyle kötü davranmayın." Bolu’da yaşayan 10 yaşındaki Abdül’ün “bizden” ricası…
2017’de yazdığım bitirme tezimin de 2019’da yazdığım yüksek lisans tezimin de konularını İslam karşıtlığı ve İslamofobi olarak seçmem bir Müslüman olarak, yerel ve uluslararası boyutta Müslümanlara yönelik ırkçılığın mevcut olduğunu, giderek arttığını görmemdi. Diğer yandan tezlerle ilgili literatür taramalarında bu alanda yapılan çalışmaların olması gerekenden az olduğunu görmem benim için oldukça rahatsız ediciydi. Zira, bir yandan Müslümanlar bu tip ayrımcılık ve ırkçılık suçlarının muhatabı olmaktan yana rahatsızdı ama diğer yandan ise bu rahatsızlık konusunda sözlü, geçici şikayetler dışında pek bir şey yapılmamıştı, yapılmıyordu. Daha kötüsü ise konuyla ilgili çalışmaların çoğu 11 Eylül ile ilgiliydi, yani Müslümanların uğradığı güvenlik problemi, ayrımcılık Batı’nın güvenliğini merkeze alan 11 Eylül üzerinden ele alınmıştı, Müslümanlar üzerinden değil... İşte o gerekeni yapmamanın sonuçları, bugüne gelindiğinde Müslümanlara karşı ırkçılığın resmi politikalar olarak uygulanmaya koyulmasıyla karşımıza çıktı.
Geçtiğimiz hafta, ABD milletvekili İlhan Ömer’in, Cumhuriyetçi siyasetçi Lauren Boebert tarafından “terörist” denilerek hedef gösterilmesini yazmıştım. Boebert’in kuru bir özür dışında bir geri adım atmaması ve Cumhuriyetçi siyasetçiler tarafından sessiz kalınarak kollanması ve hatta İlhan Ömer’den özür dilemek yerine rahatsız edici söylemlerine devam etmesi sonrası bu hafta bu konuya devam etmem gerektiğini düşündüm. Bu arada Boebert de boş durmuyordu, çocuk tacizi ve çocukların cinsel istismarı üzerinden servet edinen, ABD siyasetinde Clinton’dan, Trump’a kadar birçok siyasetçi ve iş insanıyla ilişkisi olan, “hapiste intihar etti” denilen ama büyük ihtimalle ilişkileri ortaya çıkacak diye öldürülen Jeffrey Epstein’in “ortağı” Ghislaine Maxwell’in davası başlamışken, Maxwell’i savunuyordu. ABD cephesinde işler bu haldeyken, daha önce de sık sık yazdığım gibi İslamofobi ve İslam karşıtlığının Avrupa’daki şubesi Fransa’da, Macron’un İslam karşıtı politikaları, cami kapatma, fişleme icraatları devam ederken, seçim politikasını sadece ama sadece Müslüman, göçmen-mülteci karşıtlığı üzerine oturtan ırkçı Zemmour ırkçılığının sertlik tonunu giderek arttırıyordu.
Fransa’da 6 ay sonra cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Eric Zemmour’un da ön seçimler için adaylar arasında ismi geçiyor. Zemmour, aşırı sağcı, mülteci ve Müslüman karşıtı bir isim. Ancak utanılası özellikleri bunlarla sınırlı değil sık sık aşırı ırkçı söylemleri ve el hareketiyle yaptığı küfürleri, kampanyasında çalıntı görselleri kullanmasıyla gündeme geliyor ama tuhaf olan şu ki, anketlerde de yukarıya doğru yükseldiği görülüyor. Bir diğer tuhaf olan ise Zemmour da aslında bir göçmen; anne babası Cezayir asıllı Yahudi göçmenler, buna karşın kendisi göçmen düşmanı, daha özelinde Müslüman düşmanı… Neyse içimizi soğutan şeyler de var; Zemmour’u bu kötü imajı nedeniyle eleştirenler ve hatta yuhalayanlar da var.
Zemmour aslında bir gazeteci, 2009'da bir televizyon programında "suçluların çoğunun Arap ve siyah" olduğunu söyleyen Zemmour’un, o dönem çalıştığı Le Figaro'daki işine son verilmişti. Ama bugün kendisini anketlerde yükselişte olan, bir diğer ırkçı isim Le Pen’in tahtını sallayan isim olarak görüyoruz.
Irkçılık kendi başına yeterince kötü ve popülist ama aynı zamanda bir de ırkçı popülist söylem diye bir durum var ki, sanırım en kötüsü de o. Komplo teorilerine ve düşük zekâ seviyesine hitap ederken, mevcut çirkinliğiyle övünebilen, oldukça yüzsüz bir hal bu. Zemmour ise bu halin ete kemiğe bürünmüş hali. Bu halin en net göstergelerinden biri de Zemmour’un “Muhammed gibi Müslüman isimlerini Fransa’da yasaklayacağını” söylemesi. Düşünün bir kere bu kadar basit, kötücül ve hiçbir yararlı işlevi olmayan bir yasağı, seçim vaadi olarak kullanabiliyor, daha kötüsü bunu bir politika olarak gören seçmenlere de bir “umut ışığı” olabiliyor. Açıkçası insan, bu feci durum Fransa’daki Müslümanlar kadar, en az Fransızlar için de oldukça kötü diye düşünmeden edemiyor.
ABD ve Fransa’da durum böyle de Türkiye’nin Bolu ilinde çok mu farklı? Gelelim çuvaldızın kendimize battığı konuya…
Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan, sık sık mültecilere karşı insanlık dışı uygulamaları yürürlüğe koymasıyla gündeme geliyor. Neredeyse mültecilere bir yudum su bile vermemeyi bir siyasi icraat olarak savunacak… Bu yüz kızartıcı siyasi tutumlarına gün geçmiyor ki bir yenisini eklemesin; şimdi de mültecilerin evlenmesi durumunda kendilerine fahiş fiyatlı fatura çıkarmayı savunuyor.
Elbette mesele bununla sınırlı değil, belediyeden gelen bu icraatlar sonrası, her toplumda olduğu gibi, bizim toplumumuzda da olan ırkçı kişiler, kurumlardan saçılan bu ırkçılıktan yüz bularak kendi ırkçılıklarını hayata geçiriyor. Deutsche Welle’den Burcu Karakaş, Bolu’daki meseleyi incelemek üzere Bolu’ya gitmiş ve şehrin portresini çizen bir gazetecilik örneği göstermiş. Bolu’daki mültecilerin yaşadıklarını şu şekilde aktarıyor:
“Bolu'da yaşayan Afganistanlı Abdül, henüz 10 yaşında. Annesiyle sohbet ettiğimiz vakit, yani yaşıtlarının okulda olduğu saatte evde olmasının sebebi, maruz kaldığı zorbalıktan hasta düşmesi. Zeynep Hanım, oğlunu okuldan almak zorunda kalmış.
Bana sınıf arkadaşlarının, 'Seni öldürüp çöpe atarız' dediğini söylemişti ama inanmamıştım. Hasta düştü de inandım. Öğretmeni sınıfta kaç kere, 'Afganlar çok pis', 'Neden Türkiye'ye geldiniz' gibi şeyler demiş…
 Iraklı Ahmet, Irak'ta ticaretle uğraşıyormuş. Bolu'da fırın açmak istemiş ancak yabancı olduğu için ruhsat verilmemiş. Ahmet, ‘Ne yapayım, hırsızlık mı yapayım' diyor…
Iraklı Ahmet, kendi gibi Bolu'da yaşayan Iraklı bir arkadaşının liseye giden iki oğlunun akranları tarafından dövüldüğünü anlatıyor: ‘5-6 kişi toplanıp iki çocuğu dövmüşler. Biri iç kanama geçirdi. Aile korktuğu için şikâyetten vazgeçti.’ diyor.”
Boebert gibi ırkçıların dilinden İlhan Ömer’i, Zemmour gibi Müslüman düşmanlarından Muhammed isimli çocukları kurtaracak gücümüz ve imkânımız olmayabilir, bunları ancak sözlü ve yazılı olarak kınayabiliriz. Ancak Bolu şurası, yani yanı başımız, yani elimizin değebildiği bir yer… belediye başkanının bağlı olduğu partiyi de, mültecileri kendi politikalarıyla Türkiye’ye davet eden iktidarı da, ırkçı ve ayrımcı suçları önleme konusunda ikna edebiliriz. Öğrencisine ırkçılık yapan öğretmen hakkında şikayetçi olabilir, Iraklı çocukları döven serserileri yargı önüne çıkarabiliriz, kendi şehrindeki misafir mültecilere hukuka aykırı şekilde davranan belediye başkanının suç teşkil eden icraatlarını engelleyebiliriz. Çünkü kendi yaşadıkları ortam, kendileri dışındaki faktörler tarafından yaşanmaz hale gelince, sadece “yaşamak” amacıyla, BM kararıyla, Türkiye’nin taraf olduğu sözleşmelerle buraya gelmesi sağlanan mültecileri buraya daha beter şartlar altında yaşamaları için değil, normal şartlara kavuşmaları için kabul ettik. Onları eğer kendi yurtlarında insanlık dışı muamelelere ve devam eden korkuya maruz bırakan durumların benzerini yaşatacaksak, çalışma hakkı vermeyeceksek buraya neden kabul ettik?