Ömer Özkaya
Yazar
TT

Deneysel olanaksızlık veya Tanrı'ya kaçan üstad

Uzun süredir üstadına ulaşamadığı için korkmuştu. En son gördüğünde çok sağlam bir şekilde hastaydı. İyileşme olanaksız olarak görülmekteydi. Aklı "üstad ölmez" diyor fakat dünya geleni hızla bilinmeze gönderiyordu. Üstadı "bilinmeze gitmiyoruz, bilenerek gidemiyoruz, sorun bu" demişti. TANRI’YA BİLENEREK NASIL GİDİLİRDİ, bu fazlasıyla ezoterik cümleye takılı kalmıştı. Üstad’tan gelecekle ilgili öngörüler de alabilirdi. Ulaşabilse... Kapıyı çaldı... Çaldı... Hafifte olsa türküler duyuluyordu. “Üstad öldü, radyo açık kaldı galiba” diye düşündü. Fakat üstâd MP3’ten dinlerdi müziklerini.
Pir Sultan Abdal'ın, Aşık Veysel’in sadık dinleyicisiydi. Boney M. Topluluğu’nun tüm şarkılarını ezbere bilirdi. Demek ki üstad ölmüştü... Geri döndü. Sonuçta üstad ölmesini ve kendini defnetmesini bilirdi. Üzüldü. Yunus Emre’den, Karacaoğlan’dan, Köroğlu’ndan, İslam öncesi ve İslam dönemi Arap şiirleri antolojisinden, İran ve Hind şiirlerinden, Mehmet Akif Ersoy’dan, Yahya Kemal’den, Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan, Cahit Külebi’den, Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Bedri Rahmi gibi şairlerden şiirler okurkenki yakın zamanlar film şeridi oldu ve film şeridini izledi.
İbni Arabi şerhlerini, Hz Ali’yi, Hz. Ömer'i, Cüneyd-i Bağdadi’yi, Selman-ı Farisi’yi, Mevlana’yı, Hegel’i, Marks’ı, Engels’i, Heidegger’i, dünya felsefecilerini, Charles Bukowski'yi, Neyzen Tevfik’i, Bukowski ve Neyzen Tevfik benzerliğini ve daha birçok konu entellektüel ziyafet sofrasına gelmeyecekti. Üstâdsız tadı olmazdı.
Olayların içyüzünü, arka planını, on adım sonrasını ve geleceği gösteren üstâd ölmüştü. Tek tesellisi üstadın hem ölmesini hem de kendini defnetmesini bilmesiydi.
Dönüş yolunda tam bir dehşete düşmüştü. Üstadı birden karşısına çıkmıştı. “Tanrı’ya sonsuz şükran, şükran” diyerek üstadın ellerine sarıldı.
- Çok korktum Efendim. Kapıyı defalarca çaldım. Öldünüz diye üzüldüm.
- Daha dinlenecek şarkılar, türküler var. Tanrı’nın diktiği tabelaların somutlaştırılması, açıklanacak bilimler ve okunacak yapıtlar var. Acelemiz yok yani. Veysel sâdık yârine kara topraktan gidiyor. Bense sözcüklerden yaptığım merdivenle çıkıyorum Tanrı’ya. Ona giden yollar sonsuzdu değil mi?
- Üstadım evinizden uzakta buralarda ne arıyorsunuz?
- Laboratuvardan geliyorum.
- Laboratuvar?
- Evet laboratuvar. Seninle görüşmeyeli uzun zaman oldu. Bu arada şu çayın yanına bir laboratuvar kurdum. (Biraz yürüdükten sonra) İşte burası. Gir içeri. Şöyle bir bak, incele.
- Tanrı aşkına üstadım, bu çeşit çeşit taşlar, dolarlar, Eurolar, envâi türlü paralar, altınlar, değerli metaller... Bunları ne yapıyorsunuz? Suyun içinde neden duruyorlar? Bu gübreler, kimyasallar ve daha birçok bitkisel destek ürünleri ne için buradalar?
- Büyük kayalar yetiştirmeye karar verdim. Burada bu kaya parçalarını besleyip büyütecek ve sonra toprağa dikeceğim. Dev sıra dağlar yapacağım bu yetiştirdiğim kayalardan.
- Üstadım böyle bir şey mümkün olabilir mi?
- Burada da çeşitli paralar var. Onları da tıpkı kayaları büyütmede kullandığım yöntemle çoğaltarak toprağa dikeceğim. Çok para yetiştireceğim. Bu paraları her gün suluyor ve gübreliyorum. Besledikçe çoğalacaklar.
- Fakat üstadım olanaksız bu!
- Altınlar ve değerli madenler burada. Değerli taşlar da şu tarafta. Her gün buraya geliyorum gece yarılarına kadar laboratuvarda kayalarımı, çeşitli paralarımı ve değerli taşlar ve metallerimi suluyorum. Gübreliyorum bakımlarını yapıyorum. Yakında topraktan paralar ve kıymetli taşlar ve metaller fışkıracak. Altınlardan sıra dağlar yapacağım. Çok görkemli kayalar yetiştireceğim.
-Bunlar jeolojik olaylar, Bing Bang’le, yanardağ patlamaları ile ilgili biliyorsunuz. Üstadım bana çıldırmadığınızı söyler misiniz? Şimdi keşke ölseydiniz diye dilemeye başladım. Olanaksız bir deney bu. Olağanüstü çocukça. Ve olağanüstü de trajik.
- Fark ve farkındalık yaratayım diye bu işe giriştim. Şu ana kadar hiç kimse kayalar yetiştirmeyi, toprağa para ekmeyi, altın ve kıymetli taşları fide hâline getirip dikmeyi ve bire bin almayı akletmedi. İşte değişik bir simya çalışması bu. Hatta biraz da değişik evrenler ve galaksiler de dikip yetiştirip üreteceğim. Bu buluşumun patentini alacağım.
- Üstadım kusura bakmayınız lütfen delirmiş olmalısınız. Böyle bir şey olanaksız.
-Bir aya kadar Dünya medyasının büyüklerini davet edip, bu deneylerimi anlatacağım.
- Şey üstadım sanal dünyayı unuttunuz sanırım. (Bir ara üstad ile kafa mı bulsam diye düşündü ve hızla vazgeçti, deli de olsa anlardı çünkü)
- Hayır şu küçük serada çok sayıda yazılımı besliyorum. Yukarıda sulama ve gübreleme sistemi kurdum. Buralarda da biraz kıtalar ve ülkeler üretiyorum.
- Tanrım üstad tam olarak çıldırmış.
Laboratuvarın kapısını açıp üstadından kaçtı. Bir hayli uzaklaştıktan sonra yanından akan çaya kendini bıraktı. Aşırı soğuk suda bir müddet kaldı. Çaydan çıkıp yürümeye başladı. Bütün soğuğa rağmen yaşadıkları aklından silinmiyordu. Üstad çıldırmıştı. Evde üstünü değişti. Film şeridi gibi olayı kare kare irdeledi. “Kesin olarak üstad çıldırdı” diye hüküm verdi. Üstadın dünyanın önde gelen konvansiyonel ve sanal medyada ciddi tanıdıkları ve bağlantıları vardı. Bu medya kuruluşlarını davet ederek laboratuvarını dünya kamuoyuna gösterebilirdi. “Ne yapmalıyım” diye düşünürken aklına ünlü gazeteci arkadaşlarından birisi geldi: Michael. Üstelik ortak tanıdıklarıydı ki bunu şimdi anımsadı. Hemen Michael' ı aramaya karar verdi.
- Michael üstad çıldırdı. Çok kötü, çok kötü.
- Mel neler oluyor?
-Şu bizim Türkiye’deki münzevi üstad çıldırdı. Dağda laboratuvar kurmuş. Dev kayalar, sıradağlar üretecekmiş. Bunların bir nevi tohumu saydığı küçüklerini her gün suluyor. Gübre veriyor. Bakımını yapıyor. Birçok kapta da çeşitli paralar var. Onları toprağa ekip bire milyon alacakmış. Aynı yöntemle kıymetli metaller ve taşlar da üretecekmiş. Laboratuvarı gezdim. Maalesef tüm zamanını ve varlığını bu olanaksız projeye harcıyor. Ayrıca ELEMENTLER SAVAŞI gibi bir olgudan bahsetti. Dünya medyasını davet edip laboratuvarını tanıtacakmış.
- Marvel serisi filmlerinden birinin senaryosu mu bu anlattığın Mel?
- Michael ciddi söylüyorum, hani her şeyin arka planını bize anlatan münzevi üstad yok mu, ondan bahsediyorum.
- Nasıl yani? Şu her şeyin on adım yüz adım sonrasını bilen üstad mı? Aman Tanrım... Mel, neden çıldırdı acaba?
-Michael, en kafa adamdı. Entellektüel. Bohem. Espiritüel. Gizli keş. Hoş sohbet. Tanrı’nın adamı. Azizlerin, ermişlerin, perilerin ve ruhların diyarından. Boney M, Pink Floyd, Beatles ve ABBA hastası idi. Batı felsefesini hatmetmişti. Tanrım, kimse dikkate almıyordu, uzun zamandır. Bir münzeviydi fakat dünyada olup bitecekleri bilirdi.
- Mel belki geri çekiliyordur. Herseyi bırakmıştır. Deliliği deneyimleyeyim diyordur.
- Bilmiyorum. Yarın bir daha ziyaret edeyim. Rehberimdi. Doğu kültürünü onunla birlikte kavradım... Yalnız ümit verici bir cümle sarfetti, "Daha dinleyecek şarkılarmız, türkülerimiz var" dedi. Dünyanın tüm şarkılarını, türkülerini dinleyip Tanrı’ya “tüm tınılarını, mesajlarını ve seslerini dinleyerek geldim” diyeceğim derdi. Ömer Hayyam hayranıydı.
- Dinleyecek şarkılarımız ve türkülerimiz var dediyse umut vardır, Mel.
-Ben yarın bir kez daha durumu yerinde görüp sana döneyim Michael.
...
...
-Michael, Amerikan country dinliyordu. Yine laboratuvarındaydı, kaya ve dağ yetiştirmek için kaya parçacıklarını besliyordu. Bir ara Cern’deki araştırmalardan konuştu ve "Tanrı parçacığı konusunda yakında olağanüstü gelişmeler olacak" dedi. "Korkma Mel ben böyle iyiyim, çocukluk hayallerim bunlar. Aşırı saflığı. Çoçuksuluğu, pazarlıksızlığı, masalları, doğanın sesini, bir ağacın altında çay içmeyi, akarsulara eğilip su içmeyi özledim” dedi.
"Leyla gelin oldu/Mecnun mezarda/ Susuz bir yolcu yok şimdi dağlarda...” diye mırıldandı. “Faruk Nafiz Çamlıbel, Anadolu gibi şair” dedi.
Bergamotlu, tarçınlı ve karafilli çay olağanüstü tatlıydı Michael. "Ağır yaralıyım, yaralarımı şarkılarla, türkülerle hisli yüreklerin dizeleriyle, ormanın tanrısal mûsikisiyle sarmalıyım" dedi.
- Desene üstad Tanrı ya iltica etmiş.
- Ormaların çok katmanlı korosunu ve rüzgârı dinliyordu. Ben de ortak oldum. Ormanın müziği ve bergamotlu, tarçınlı ve karanfilli çay.
- Bir de Yörük gözlemesi ve katmeri olmalı değil mi Mel?
- Tabii ki Michael, o her zaman var. Wall Street'in metalik ve mekanik dünyasından buraya gelmelisin Michael. Üstad yeni kıtalar yeni ülkeler üreteceğim diyor. Burada gökyüzü üç yüz gün masmavi. İlhan Şeşen’in “Rüzgar” şarkısını ormanda çay içerek dinleyelim. Bırak makaleleri, gazeteleri, kitapları biraz da rüzgar yazsın. Unuttuğumuz yitirdiğimiz heyecanlarımıza teslim edelim kendimizi. Üstad Tanrı’ya iltica ederek iyi etmiş.
"Leyla evlendiyse Mecnun mezardaysa, Dağlarda susuz yolcu yoksa, aşk yoktur, aşk yoksa yaşamın anlamı yoktur, yaşam anlamını kaybetmişse insanlık kaybolmuştur, yokuz işte Mel görüyorsun" dedi, üstad.
Soykırım ve Aucswitz zulüm üssünün bilimsel ve kalbî sesi "İnsanın Anlam Arayışını" yeniden tetikleyen Viktor Frankl ve tüm mazlumlar sanki yanımızdaydı.
Michael bir haftalığına da olsa biz de üstad gibi Tanrı ya kaçalım. Biz de ölmesini ve kendimizi defnetmesini öğrenelim. Üstadı mezarı başında gördüm. "Benim çok mezarım var, kendimi bu kadar öldürmeseydim Tanrı’ya kaçamazdım" dedi. Mazlumların sonsuz ruhu olurmuş Michael. Üstadla birlikte ben Tanrı’nın ağladığını gördüm. Tanrı da ağlıyorsa ki Tanrı sevginin, vicdanın, merhametin ve gerçek gözyaşlarının kendisidir, Tanrı’yı ağlatanların, onun ağlayışışını görmelerini dilerdim çünkü Tanrı’yı ağlatanlar, onun ağlayışışını gördükten sonra, hiç bir şey gerçek anlamda eskisi gibi olmuyor ve olmayacak Michael.
- Olağanüstü olmuş Mel. Birden taş kesildim.
- Seni de biraz üstadın kaya büyütmek için kullandığı su ile beslemek gerek Michael.
- Neden Mel, neden böyle çürüdü insanlık, bizler neden çürüdük.
-Üstad, “Yaşamaya tapmaya başladık, fakat nasıl yaşanacağını bilmiyoruz. Kendimizi sürekli öldüremezsek yani anlık arınmalar yapamazsak temizlenemeyiz, temizlenmeyen ölemez ve gerçekten öldürmeye başlar. Bu dünya ölemeyenlerin kitlesel katliamlarına maruz kalmaktadır. Anıtsal mazlum Viktor Frankl ‘İnsanın Anlam Arayışı’ adlı kitabında bunu ortaya koymaktadır” diyor. Daha yalın deyimle üstad "sürüklenme" diyor.
-Mel ormanın musîkisi eşliğinde üstadla çayımızı içelim. Kendimi bir Marvel kahramanı gibi hissettim birden. Üstad yine bizleri ezoterik ve kutsal bir atmosfere aldı. Biliyorsun Tanrı’yı da herkesten çok bilir ve onunla Yakup gibi sürekli güreşir. Bu süreçteki analizler fazlasıyla dramatik ve trajik oluyor. Yunan trajedileri gibi. Ne demişti bu Nikolay Tesla Yunan tanrılarının hepsinin ortak varisi; demişti. Nietzche intihar eden yürekli bir ahir zaman peygamberi derdi. Marks kadar ezilenleri düşünen bulamazsınız, Engels kadar da yoksulluğun nasıl yok edileceğini araştıran yoktur. İdeolojik bir kafeste sirk varlıklarına dönüştürdük onları, diyordu. Milton Friedman’ın, Hayek'in sorunları Tanrısal tutumu açıklayamamalarıdır. Adam Smith en azından görünmez el kavramını ileri sürerek kapıyı ardına kadar aralamıştı. Fakat kiliseden yeni kurtulmaya başladıkları için, Tanrı’nın master piyasa düzenleyicisi olduğunu, tekrar kiliseye yakalanmamak için söyleyemediler, analizi de müthişti.
- Michael, Tanrı’nın mesajları rüzgârla da gelirmiş. Fırtınalar, depremler, seller, kasırgalar ve hortumlar, sıcaklıklar ve iklim düzensizlikleri artıkça mesajlar artar, yoğunlaşır ve netleşirmiş. Fakat insanlar mesajlardan kaçarlarmış. Yalnız mesajlar eninde sonunda insanı yakalarmış. Gel de biraz rüzgara yazdıralım yazgıyı, Michael.
- Mel geleceğim kesin. Üstad Wall Street’te de başarılı olur. Günlük Z raporu almak gereklidir, fakat bu öngörüyü de katleden bir yöntemdir. Buna A raporu diyelim. Z raporu hep tıkanma ve kriz getirir. Çünkü günlük, haftalık dikkatler, geçici mizan tablosunu gerçekmiş gibi algılamamızı sağlar. Nakit akımı yoğunluğu ve kâr oranı zihnimize attırılan demiri gizler. Gelecek zamanlar "an"a indirgenince bugüne kurban ediliriz. Wall Street bugüne kurban edilen fakat kanı yani parası yarına aktığı için gerçekleri ıskalayan piyasa platformu, analizi de pergelin iğnesinin konduğu yerdi Mel.
-Michael daha çok konu var, hepsi bir birinden ilginç. Üstad haritayı açıp Batı Türkiye’yi göstererek “Burası Batı Çin’in sınırı” dedi. Haritada “Batı Çin” dediği yer “Ege” denizi. Çin tarihsel diplomasi alanında yoktur. Çin’in en doğusuna haritada elini uzatarak “Burası da Doğu Türkistan'dır, Doğu Avrupa'dır” dedi. Masadaki harita Çin’le yaşıt bir harita. Burada dünya minik bir çadır Michael.
Kavramların, ideolojilerin, çıkarların ve maddi dünyanın demirden parmaklıkları yok burada üstadın yanında. Buranın Metaverse’ü geçeli yıllar olmuş. Silikon Vadisi daha yeni geliyor Michael.
-Üstad belki dünyaya ile arayı çok açmamak için, münzevi bir bekleyiş içinde olabilir Mel.
-Belki Michael, bana göre ise üstad kendinden de bezmiş durumda. Bunun için masumiyete, lirik dünyaya, çocuksuluğa, pazarlıksızlığa ve coşkun gönüllülüğe yöneldi. Bu noktayı, insanlığın sıfır ile sonsuzluğu sentezlediği nokta olarak görüyor.
Tanrı her an döngüselliğin çıkmaz ve felaket olduğunu gösteriyor. “Döngüsel değil dikeysel olun diyor Tanrı, fakat insanlar tersini yaptıkça, Tanrı çıldırıyor” demekte üstad. Yani Michael, burada Efes antik kentinin orada Meryem Ana Evi’nin gölgesinde, Tanrıların eğitim merkezi Pireenne’de, filozoflar şehri Milet’te kendimize üstadla birlikte yeni bir format atalım. Kendi kendimize ölmesini ve kendimizi defnetmesini öğrenmemiz gerek. Üstad bu yapay dünyadan ve vizyonsuzluktan dolayı münzevi.
Tarçınlı, karanfilli ve bergamotlu çay eşliğinde İlhan Şeşen’den “Rüzgar” şarkısını dinleyip rüzgarı Tanrı’ nın bir şamanı gibi içmeliyiz Michael. “Şamanlar ile dünya hızlı dönerdi, şimdi güncellenmiş yeni format atılmış dünya daha yavaş dönüyor” der üstad. Tevrat, İncil ve Kuran okuyup okuyup ağlıyor, neden bu kitapları anlamıyorlar diye. Michael, seni Smyrna’da yani İzmir’de Adnan Menderes havalimanında bekliyor olacağız.