Ahmed Mahmud Ucac
Lübnanlı yazar
TT

Araplar İran ile ilişkilerde ABD'nin Çin'e yönelik politikasını mı izliyorlar?

Siyaset dünyasında iki dış politika teorisi hakimdir; realizm ve liberalizm. Birincisi, devletin görevinin, ekonomik ve askeri olarak güvenliğini tehdit eden bir devletin ortaya çıkmasını önlemek olduğunu düşünür. İkincisi, açılım ve ticareti genişletmenin, demokrasi ve uluslararası kurumlara inancın benimsenmesinin yolunu açtığına inanır. Bu tasavvura göre ABD'nin reel politiği benimsemekle kazandığını, liberalizmi benimsemekle de kaybettiğini görürüz. Amerikan politikasına dair bu tariften yola çıktığımızda, Arap ülkeleri ve başkalarının reel politiğin mantığını anlamamaları, zorluklara aldırmaksızın onu benimsemeye kararlı olmaları durumunda aynı Amerikan hatasına düşebileceklerini görürüz.
Altmışlı yıllarda Amerikan yönetimi, Rus-Çin ideolojik anlaşmazlığının ardından reel politikanın Çin'e açılmayı gerektirdiğini, Çin'i Amerikan kampına çekmenin Sovyetler Birliği için ölümcül bir darbe olacağını gördü. Bu reel politika, Henry Kissinger tarafından planlandı ve bu sayede Sovyetler Birliği kontrol altına alındı, ideolojik bir müttefikten yoksun bırakıldı ve askeri olarak kuşatıldı. Bu da, 1991'de parçalanmasına ve ABD'nin dünya düzeni üzerindeki tartışmasız egemenliğine yol açtı. Profesör John Mearsheimer'ın dediği gibi ABD'nin hatası, zaferinden sonra reel politikayı terk etmesi, Çin'in ideolojisini terk edeceğine ve demokrasinin onun kaderi olduğuna inanarak liberal teoriyi benimsemesidir.
Bu hatanın sebebi ABD'nin dünya meselelerinde tek söz sahibi bir güç olarak kapıldığı kibirdir. Elbette Çin, Dünya Ticaret Örgütü'nün “En Çok Kayrılan Ülke Kuralı” (Most Favoured Nation Clause) gibi kendisine ekonomik imtiyazlar verilmesiyle başlayıp, daha sonra örgüte kabul edilmesi, yani dünya pazarlarının önüne açılmasıyla devam eden, kendisine tüm güç ve öne çıkma unsurlarını sağlayan bu Amerikan kucaklamasından yararlandı. ABD ayrıca Batılı yatırımcıları kapitalist teoriye göre en yüksek miktarda kâr elde etmek için, küreselleşme sistemine göre Çin'e para ve teknoloji transfer etmeye de teşvik etti.  Bu, Çin'in Batı’nın parasından ve teknolojisinden, açık pazarlardan faydalanmasını ve zamanla ekonomik, askeri ve teknolojik bir güç haline gelmesini sağladı. Daha da önemlisi, şimdi onu ABD'nin en büyük rakibi haline getirdi. Çin belki de Doğu ve Güney Asya'da, ardından Ortadoğu'da baskın güç olacak, ardından ekvatorun güneyinde, kendi evinde Amerikan nüfuzunu tehdit edecek.
Çin şimdi dünyada lider bir rol talep ediyor ve Tayvan'ı, Japonya ile arasında anlaşmazlık konusu olan adaları, Hindistan ile arasındaki tartışmalı bölgeleri geri almak istiyor. Avustralya’ya ticari boykot uyguluyor, Malezya, Endonezya, Kore vb. komşu ülkelere ait adalara el koyuyor.
Şimdi İran da, Ortadoğu ülkeleri, özellikle de Arap Körfez ülkeleriyle olan ilişkilerinde Çin'den farklı değil. Bölgede nüfuz alanlarına sahip olmak ve dini ideolojisini yaymak istiyor. Bölge ülkelerini kendisine bağlı, dış politikalarına boyun eğen, ticari çıkarlarından onun için feragat eden, askeri himayesi altında bulunan ülkelere dönüştürmeyi amaçlıyor. İran rejiminin doğasını ve yayılmacı eğilimlerini fark ettikleri için Arap ülkeleri de, ABD gibi başlangıçta reel politiği benimsediler. Sekiz yıl süren Irak Savaşı’nın arkasında reel politika vardı ve savaş, İran devriminin lideri Humeyni'nin zehir içmek olarak tanımladığı ateşkesi kabul etmek zorunda kalmasıyla sona erdi. Humeyni’nin zehir içmeyi kabul etmesi, tam anlamıyla bir reel politikaydı, çünkü önceki politikasının intihar olduğunu, çözümün de politikasını değiştirmek ve daha önce başaramadığını başarmasını sağlayacak yeni bir yaklaşım benimsemesi olduğunu anladı. Arapların İran ile sorunu, Rafsancani ve Hatemi döneminde başladı. Her ikisi de toparlanma, yeniden güç kazanma ve Arap ülkelerinde yayılma aracı olarak Araplara açılma politikasını benimsediler. Bu açılım politikasına, dini ve mezhepsel karakterdeki milislere verilen örtülü desteğin genişletilmesi, Arap dünyası ile iletişim, ticaret ve hatta İslami dayanışma kanalları açma çabası eşlik etti. Araplar, bu suni açılım karşısında ne İran ideolojisini masaya yatırma ne de onun milislere verdiği gizli destekle savaşma yoluna gitmediler. Aksine, aşırılıktan vazgeçmesinin ona Arap pazarlarını açacağına, komşuları tarafından kabul edilebilir bir İslam devleti olacağına, diyalog yoluyla, herkesin çözümlenmemiş meseleleri çözebileceğine dair İran’a güvence vermeye çalıştılar. İran ile Arap ülkeleri arasında çözümlenmemiş meselelerin en önemlileri, işgal altındaki Arap adaları ve Filistin sorununun aşırılıklar ve çekişmelerden uzak nasıl çözüleceğidir.
Araplar iki şeyi unuttular; İran'ın ideolojisi ile Fars imparatorluğunu canlandırma hayali. İran, bölgede diğerlerini boyunduruk altına alma, kendi çıkarlarını desteklemek için bölge ülkelerinin iç yapısına dahil olma eğiliminde olan aşırılıkçı bir dini ideolojiye sahiptir. Aynı zamanda, Kisrevî tarihinin ihtişamını yeniden canlandırmayı amaçlayan bir diriltme ruhuna da sahiptir. İran dinsel ideolojisinin saflığının zirvesindeyken dahi emperyal takıntısından vazgeçmedi. Aksine, Araplar için coğrafi ve dini açıdan çok tehlikeli bir teori oluşturmak için dini bakış açısı ile emperyal teorisini harmanladı. Coğrafi olarak tehlike ile kendisinde Arapların topraklarını kontrol etme hakkını görmesini, dini tehlike ile de çoğulcu ve medeni Arap toplumlarını sarsma amacını kastediyoruz. Böylece Arapların (liberal açılım) çabaları İran ile diyaloga odaklanırken, İran'ın (reel) çabası, gücünü pekiştirmeye, nükleer ve balistik silah cephanesini inşa etmeye, Suriye, Yemen ve diğer yerlerde olduğu gibi Arap ülkelerindeki gerçekliği çıkarlarına göre değiştirmek için milislerini harekete geçirmeye odaklandı.
ABD nasıl Çin karşısında geç de olsa uyanıp, onu ekonomik ve askeri olarak kuşatarak, kendisinin en iyi uygarlık alternatifi olduğunu vurgulayarak reel bir politika izlemeye başladıysa, Araplar da uyanmalılar. İran'ı telaşlandıracak, yüksek bedeller ödeterek yayılmacı politikalarından vazgeçirecek reel politikalar benimsemeliler. Araplar, Arap Baharı'nın ardından gerilemelerine ve İran'ın bazı Arap başkentlerini kontrol etmesine rağmen, halen İran’a karşı koyma gücüne sahipler. Çünkü ekonomik güce ve ideolojik dirence sahipler, hepsinden önemlisi Ortadoğu'daki güç dengeleri üzerinde oynayabilirler. İran şu anda ekonomik olarak güçsüz ve en kötü ekonomik modeli temsil ediyor, dahası artık ideolojik parlaklığını da kaybetti. Büyüyen askeri gücü bile, kolektif Arap gücünden çok daha az. Dahası, bölgedeki politikası İsrail'in öncü bir rol oynamasına olanak tanıdı. Herkesin paradoksal olarak kendisine karşı el ele vermesine neden oldu, çünkü ulusal güvenlik meseleleri her şeyden önce gelir.
İran devrimci parıltısını kaybetti ve gerçek yüzünü destekçileri bile gördü. Arap halkları, sloganlarının sahteliğini ve arkasında saklanan emperyal yaklaşımları idrak etmeye başladılar. Arapların şu anda yapabilecekleri tek şey, reel politikaya bağlılığı derinleştirmek, Yemen başta olmak üzere tüm cephelerde onunla mücadeleye devam etmektir. Çünkü o zaman, saldırganlığın ve zaferin yokluğunun bedelini anlayacak ve bu da onu, zehri yudumlamaya ve saldırganlığını durdurmaya zorlayacaktır. ABD Çin'i yenemeyebilir, ancak onu sınırlandırabilir. Aynı şekilde Araplar da İran'ı kendi topraklarında yenemezler ama kendi ülkelerinde yenebilirler.