Bu yılın başında, İngiltere Kraliçesi, eski İngiltere Başbakanı Tony Blair'i İngiltere'nin en yüksek ödülü ile onurlandırdı. Birkaç gün sonra, İngiliz İşçi Partisi lideri Keir Starmer, Blair'i övdü ve ideolojisini çok az değişiklikle benimsediğini açıkladı. Bu bilhassa yeni benimseme meşru bir soruyu gündeme getiriyor: Blair'in, ondan önce de Thatcher'ın ideolojisinin başarısızlığının açığa çıkmasının ardından neden şimdi bu ideoloji benimseniyor? İşçi Partili Blair, sosyalizmden ziyade Margaret Thatcher'a daha yakındı. Hatta Thatcher'ın onun gayri meşru ‘ideolojik’ oğlu olduğunu söylediği kaydedilir. Peki, Blair'in ideolojisi neydi ve İşçi Partisi neden şimdi kendisine geri dönüyor? Muhafazakar Parti neden Thatcher'ın mirası için savaşıyor?
1990'larda Tony Blair, İşçi Partisi'nin sosyalist ideolojisinden kendisini ayırmak için ‘Yeni İşçi Partisi’ sloganını benimsedi. Ardından mecliste 3 kez çoğunluğu elde etmeyi başardı ki kendisinden önce parti içinde daha önce hiçbir lider böyle bir başarı kaydedememişti. Ayrıca İngiltere'nin çehresini hem içeride hem de dışarıda değiştirmeyi başardı ve hiç tartışmasız dünyanın en önemli figürlerinden oldu. Bu başarının sırrı, Amerikalı filozof John Rawls'tan kopyaladığı ‘üçüncü yol’ teorisinde gizliydi. Amerikalı düşünürle arkadaş olan eski ABD Başkanı Bill Clinton da bu teoriyi benimsemişti.
Bu teori, eski İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher ve eski ABD Başkanı Ronald Reagan tarafından benimsenen Friedrich Hayek'in teorisine doğrudan bir yanıttır. Bu, 1980'lerde başarılı olan ve Blair’in yolsuzluğa ve sosyal adaletin yok olmasına yol açtığı için hedef aldığı bir ekonomik felsefi teoridir. Thatcher'ın teorisi, devletin rolünün çok sınırlı olması gerektiği ve bireyin toplumun temeli yani çıkarlarının toplumdan üstün olduğu üzerine kurulmuştu. Bu, pratikte, toplumda sosyal dengeyi ve servetin adil dağılımını sağlamakta devlete daha büyük bir rol veren sosyal demokrasiyi temelinden havaya uçurmak anlamına geliyordu. Margaret Thatcher, bireyin kendi çabasının kazancını almaya hakkı olduğunu ve devletin vergileri düşürmesi, yasa ve idari prosedürler gibi önündeki tüm engelleri kaldırması gerektiğini savunuyordu. Diğer bir deyişle, özel sektöre kapıların açılması, kamu kesiminin ise kısıtlanması savunuluyordu. Bu, paraya, ulusal sınırların dışına çıkarak dünyanın dört bir yanında istediği kârları elde etmenin kapısını aralayan küreselleşmeyi somutlaştıran bu teoriydi. Zengin ve fakir arasındaki uçurumu genişletti ve genel bir hüsran ve hayal kırıklığı duygusuna yol açtı.
Bu teoriye yanıt olarak, Blair karşıt ancak pratikte Thatcher'ınkiyle örtüşen bir teori ortaya attı. Blair, devletin toplumu örgütleme sürecinden dışlanamayacağına, sorunun servetin dağılımında değil, devletin vatandaşlar arasında fırsat eşitliği sağlama, yoksul sınıfı korumaktaki rolünde olduğunu inanıyor. John Rawls teorisinin bu değiştirilmiş formatıyla Blair, Thatcher'ın teorisinin sivriliklerini törpüleyen sosyal başarılar elde etti. Eğitime büyük harcamalar yaparak, dar gelirlilere maddi teşvikler sunup emeklilerle ilgili ödenekleri artırarak, sağlık sektörüne milyarlarca dolar enjekte ederek, yoksul ailelerin çocuklarına mali yardım sunarak, dış yardımları artırarak, hatta müzelere ücretsiz giriş sağlayarak, toplumsal dengenin sağlanmasında devlete daha büyük bir rol verdi. Ancak Blair, özelleştirmenin önceliği konusunda Thatcher ile farklı fikirde değildi, sadece politikalarının sonuçlarını mümkün olduğunca törpüledi, böylece küreselleşme ilerlemeye devam etti. Blair, zengin ile fakir arasındaki uçurumu daraltamadı. Sonuç, devletin vergi gelirlerini artırmazken var olan parayı da harcamasıydı. Bunun sonucunda bütçe gelirleri o kadar düştü ki, İşçi Partisi iktidarı kaybettiğinde, İşçi hükümetin bakanlarından biri, “Onlara içinde tek bir kuruş olmayan bir bütçe veriyoruz!” demişti. Kesin olan şu ki, Thatcher ve Blair İngiltere’nin çehresini değiştirdiler ancak iyi bir toplum inşa etmeyi başaramadılar. En yüksek politik modeli somutlaştıramadılar. Zira bireyin mutlak özgürlüğünün önünü açmak, toplumsal bir dengesizliğe yol açtı. Birey teorisi korunurken devlet müdahalesinin önünü açmak, yozlaşmaya yol açtı. Amerikalı filozof Michael Sandel'in sözünü ettiği ‘otoriter seçkinler’i ortaya çıkardı.
Otoriter seçkinler teorisine göre, eğitimli seçkinler özelleştirme ve küreselleşme sloganı altında muazzam mali ve sosyal kazanımlar elde ettiler. Başarıları, diğer eğitimsiz ve zengin olmayan sınıflara bir tür hor görme şeklinde yansıdı. Bu da -Trump döneminde veya İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden çıkışına ilişkin referandumda gördüğümüz gibi- İngiliz ve Amerikan toplumlarının bölünmesine katkıda bulundu. AB yanlısı veya Trump karşıtlarının çoğunluğu eğitimli seçkinler, AB karşıtı veya Trump yanlıları ise eğitimsiz ve yoksullardır. Bu bölünme, çoğunluğun uzmanları kendi çıkarlarını düşünen elit bir grup olarak görmesi nedeniyle karmaşık konularda onların görüşlerini reddeder hale gelmesi şeklinde cisim buldu. Bu bölünmenin ortasında, Trump'ın iktidara gelmesi, İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden ayrılması ve Avrupa demokrasilerinde aşırı sağın yükselişiyle popülizm maksimuma ulaştı.
İki İngiliz partisinin geçmişi geri getirme ısrarı, felsefi ve politik bir yoksullaşmaya ve bir çıkmaz yola girdiklerine işaret ediyor. İşçi Partisi son seçimlerdeki yenilgisinden sonra sosyalizm sloganını yükseltemiyor. Muhafazakar Parti, Thatchercı özelleştirmeye tutunarak intihar ediyor. Bu çıkmazdan çıkış yolu olarak ve geçmişi tekrarlıyormuş gibi görünmemek için İşçi Partisi, seçmenin oylarını kazanmasını sağlayacak üç slogan benimsedi; güvenlik, refah ve saygı. Bu sloganlar oldukça kasıtlı. Güvenliğe yapılan vurgu, sosyalist olduğu için vatansever olmadığı suçlamasının reddi ve İngiltere'ye sadakatin önceliğinin teyidi. Refahın gerçekleşmesi içinse özelleştirme teorisini sürdürmesi gerekiyor, ancak İşçi Partisi Blair’in projesinden ayırt edilmesi için buna bir de saygı unsurunu ekledi. Saygı, pratikte seçkinler (eğitimli) sınıfını alçakgönüllü olmaya zorlamak, maddi kazançlarını sınırlayarak güçlerini azaltmak demektir. Saygı aynı zamanda zengin ve fakir arasındaki uçurumu ortadan kaldırmak için zenginlerden vergi almayı gerektiriyor. İşçi Partisi liderliğinin bu önerisine karşı, Muhafazakar Parti liderliği arasında bir bocalama ve Thatcherizmin kutsallığı konusunda bir mücadelenin var olduğu görülüyor. Lideri Boris Johnson, Thatcherizm’dan uzak durmak, vergiler getirerek, kamu sektörlerine harcama yaparak ve sosyal eşitlik vaat ederek pratikte sosyalist bir teori benimsemekle suçlanıyor.
İroni şu ki, her iki parti de ideolojilerinin aksi bir yolda yürüyorlar. Bu, büyük bir düşünsel iflas içinde olduklarını ve tarihi tekrarladıklarını gösteriyor. Ancak bu sefer, düşünür Karl Marx'ın dediği gibi, bu bir trajedi değil, bir ‘saçmalık’ olacak.
TT
İşçiler ve Muhafazakarlar: İdeolojiden kaçış
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة