Vitaly Naumkin
Rusya Bilimler Akademisi 'Oryantalizm Enstitüsü' Başkanı
TT

Tarih bizi iki kere düşünmeye zorluyor

Mevcut uluslararası durum, bölgesel ve küresel aktörleri, Rusya'nın Ortadoğu'da Batı ile ilişkilerinin tarihinde Sovyet evresini yeniden incelemeye ve bundan çıkarılacak dersler üzerinde düşünmeye sevk ediyor. Kendime tarihte geriye, 1950'lerin ikinci yarısına geri dönme izni vereceğim. Söz konusu tarihte Sovyet lideri Nikita Kruşçev "Sosyalist Kamp"a karşı çıkan askeri-politik blokları (daha sonra SBKP Merkez Komitesi’nin bir genel kurul toplantısında ifade ettiği gibi) “emperyalistleri savaşla tehdit ederek dış politikaları yürütmenin bir yöntemi” yardımıyla şiddetle sarsmayı planlamıştı. Aslına bakılırsa konuyla ilgili konuşmalar, 1958'den sonra koordineli bir jeopolitik saldırı karakteri kazanan, birbirini takip eden ve birbiriyle ilişkili bir dizi bölgesel askeri-politik krizin etrafında dönüyordu.
Bu "dış politikayı yürütmenin özel yöntemi" modeli, başlangıçta Süveyş (1956) ve Suriye (1957) krizleri sırasında denendi. Ancak Ortadoğu’da 1958 yazında yaşanan kriz ile nihai olarak netleşti. Irak’ta 1958’de, tam olarak temmuz ayında monarşi karşıtı devrim patlak verdi. Bölgedeki durum şöyleydi:
Sovyetler Birliği'nin o dönemde Ortadoğu'daki ana müttefiki olan Mısır yükselişe geçmişti ve Arap ülkelerindeki etkisini artırmaya çalışıyordu. Mısır, Suriye ve Yemen'in "federal bir temelde" birleşebileceği yeni bir Arap entegrasyon birliğinin özellikleri belirginleşiyordu. Moskova'nın planlarına ve dönemin en deneyimli Rus araştırmacılarından birine göre (şimdi adını vermeyeceğim), Irak'ın devrimin ardından bu birliğe katılma ihtimali uzak değildi. Geleneksel olarak bölgeye hakim olan İngiltere'nin konumunun ciddi şekilde sarsıldığı sonucuna varılmıştı.
ABD de alternatif bir bölgesel gruplaşma oluşturamadı ve CIA'in İran'daki başarısını tekrarlama girişimi (1954'te Musaddık hükümetini devirdiği zaman) Suriye'de üç kez, ilk olarak 1956'da ve iki kez de 1957'de başarısız oldu. 1957’deki darbenin Türklerin Suriye sınırında düzenleyecekleri askeri operasyonla bağlantılı olması düşünülüyordu. Bölgedeki bir dizi komplo, darbe ve karşı darbenin arka planında Amerikalılar, temmuz ayında Lübnan'da bir deniz çıkarma operasyonu düzenlediler. Buna paralel olarak İngilizler de Ürdün'e paraşütçüler sevk ettiler. ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles'in sözleriyle; bu yolla Arap milliyetçiliğinin yükselişinin neden olduğu sel baskınlarına karşı dayanıklı “barajlar” oluşturulmuştu.
Moskova, Amerikan ve İngiliz kuvvetlerinin Lübnan ve Ürdün'deki çıkartmalarının, Birleşik Arap Cumhuriyeti ve Irak'a yönelik bir askeri saldırının ön aşaması olduğuna ve Türkiye’nin Bağdat Paktı'ndaki diğer ülkelerin desteğiyle, askeri harekatın başlatılmasında başı çekeceğine karar verdi. Bunun üzerine Sovyetler Birliği, Türkiye ve İran'ın Irak ve Birleşik Arap Cumhuriyeti'nin Suriye bölgesine karşı bir harekatta yer almalarını engellemek için geniş çaplı askeri tatbikatlar düzenledi. “Dağ Şahini” adı verilen tatbikatlar sırasında misyonlar, Varşova Paktı kapsamında Sovyetler Birliği ve müttefik silahlı kuvvetleri için hazırlanmış mevcut planlara göre belirlendi. Bu planlar, savaşın ilk gününden itibaren, gerekirse düşman topraklarının tüm derinliği boyunca başkentlere, havalimanlarına ve nükleer üslere nükleer saldırılar düzenlenmesini de kapsıyordu. Tatbikatlar ayrıca Türkiye'yi ve İran'ı zayıflatmak için "Kürt faktörünü" kullanmayı da içeriyordu. Sovyetler Birliği'nin Ankara ve Tahran büyükelçileri, bu iki ülkenin liderleriyle yaptıkları görüşmelerde, Türklerin Irak'ı işgal etmesi durumunda büyük bir savaşın kaçınılmazlığından bahsetmişlerdi.
Sovyetler Birliği'nin askeri-politik baskısı komşuları üzerinde istenen etkiyi yaptı. İran Şahı 20 Temmuz'da, ABD Büyükelçisi ile yaptığı görüşmede (diğer şeylerin yanı sıra, başka bir Amerikan müttefiki olan Pakistan cumhurbaşkanının görüşüne atıfta bulunarak) Birleşik Arap Cumhuriyeti'nin Suriye bölgesi bir yana, Türkiye'nin Irak'a operasyon olasılığına karşı sert tutumunu dile getirdi. Gerçekten de 1959 yılının başında, Moskova ile Tahran arasında Kremlin için amacı İran'ı tarafsız hale getirmek olan yoğun bir müzakere süreci başladı. Buna paralel olarak ve aynı başarıyı elde edemese de Merkez Komite Başkanlığı, özellikle Mayıs 1960'ta Ankara'daki askeri darbeden sonra Türkleri de müzakere sürecine dahil etmeye çalıştı. Darbe sonucunda 1950'den 1960'a kadarki dönemde başbakanlık yapan ve ataları Kırım Tatarlarından olan Adnan Menderes, vatana ihanetle suçlanarak idam edildi. Darbenin lideri General Cemal Gürsel (1966 yılına kadar) cumhurbaşkanlığı görevini üstlendi.
Pekin’e gelince; Moskova ile o sırada başlayan anlaşmazlıklarına rağmen halen onunla iş birliği yapıyordu ve "Amerikalıların Ortadoğu'daki olaylar girdabında sıkışıp kaldıklarına" karar vermişti. Bunun üzerine 1958 Eylül'ünde İkinci Tayvan krizi başladı. Kuomintang (Çin Milliyetçi Partisi) tarafından kontrol edilen Matsu ve Jinping kıyı adaları topçu kuşatmasına maruz kaldı. Fujian Cephesi'nde Halk Kurtuluş Ordusu ile Çin Milliyetçi Parti kuvvetleri arasında karşılıklı topçu ateşi ve hava muharebeleri (Halk Kurtuluş Ordusu Hava Kuvvetleri’nin o dönemde yaptığı sorti sayısı günde 30’a ulaşmıştı) yaşandı.
Pekin'in eylemleri Moskova tarafından tamamen desteklendi. Sovyetler Birliği kriz sırasında Çan Kay Şek’in gemilerine (ve gerekirse Tayvan'a) karşı kullanılmak üzere seyir füzeleri taşıyan Tu-16 bombardıman uçaklarını göndermeye hazırdı. Ayrıca krizin tırmanması durumunda Çin Halk Cumhuriyeti'ne nükleer güvenlik garantileri sağlamaya da hazır durumdaydı. Kruşçev, 16 Eylül'de Çin Büyükelçisi ile yaptığı görüşmede, yukarıda bahsettiğimiz Rus araştırmacının belirttiği gibi, ABD’nin Tayvan bölgesinde taviz vermeye zorlanması halinde bunun "emperyalistlerin beşinci açık yenilgisi olacağını" kaydetmişti. 1956'da başlayan bu yenilgilerin ilki Mısır'da, ikincisi Suriye'de, üçüncüsü Irak'ta, dördüncüsü Endonezya'da yaşanmıştı. Son olarak da Tayvan'da yaşanacaktı. Polonya ve Macaristan'daki planlarının başarısızlığından bahsetmiyoruz bile.
Kasım 1958'de, o dönemdeki tüm bölgesel askeri ve siyasi krizlerin en büyüğü ve 1963'e kadar sürdüğü için en uzunu olan İkinci Berlin Krizi başladı. Kruşçev, Batılı güçlerin Batı Berlin'e ulaşmasını engelleme tehdidini, “kağıt üstündeki” NATO'nun siyasi-askeri garantilerini kanıtlamanın etkili bir yolu olarak görüyordu. Aynı zamanda SBKP Merkez Komitesi Başkanlığı, Alman sorununun Moskova tarafından önerilen şartlara göre çözülmesinin ilk önce Federal Almanya Cumhuriyeti'nin (Batı Almanya) tarafsızlaşmasını ve bir süre sonra da Batı Almanya ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerde yeni bir saldırmazlık paktının imzalanmasını sağlayacağı gerçeğinden hareket ediyordu.
1958’deki Ortadoğu krizi ile Tayvan krizi, karakteristik olarak kısa ömürlü ve müzakere aşamasına hızlı geçiş yapılan krizlerdi. İkinci Berlin krizi de ilk başta böyle gelişti. Öyle ki Mayıs1959 gibi erken bir tarihte, Cenevre'de dört gücün, Sovyetler Birliği, ABD, İngiltere ve Fransa'nın dışişleri bakanlarının katıldığı bir konferans düzenlenmişti. Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Andrey Gromiko'nun değerlendirmesine göre temmuz ayına gelindiğinde Batı Berlin konusunda uygulanabilir bir anlaşmanın temelleri fiilen belirmeye başlamıştı. Amerikalılar ile müttefikleri Batı Berlin için savaşmaya hazır değillerdi. Amerikalı tarihçilerin yazdığı gibi; Berlin konusunda Sovyetlerin verdiği nota tehdidini ortadan kaldıracak bir geçici anlaşmayı kabul etmeye bile hazırlardı.
Sovyet liderliği ciddi olarak, Batı güçleriyle keskin çatışma aşamasına erken bir son vermeyi umuyordu. Merkez Komite Başkanlığı'nın planlanan zirve toplantısı öncesinde askeri reformu uygulama ve silahlı kuvvetlerin sayısını üçte bir oranında azaltma kararıyla da bunu kanıtladı. Bunun savunma amaçlı bir doktrine geçmek olduğu apaçıktı. 1950 ve 1960’lı yıllarda askeri konulardaki tartışmalara egemen olan radikal "nükleer yıldırım savaşı" fikirlerine rağmen SSCB'nin askeri-politik liderliğinin o dönemde savunma sorunlarına yaklaşımları, arşiv belgelerinin kanıtladığı gibi oldukça ılımlı ve rasyonel hale gelmişti.
Tarihin bu sayfaları insanı, rasyonel düşünce üstün geldiğinde, en gergin durumlarda bile savaştan kaçınılabileceğini düşünmeye teşvik ediyor gibi görünüyor.