İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

İşgal demokrasisi ve uluslararası meşruiyet!

Beklenildiği üzere, Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın kurucusu olduğu Özgür Yurtsever Hareket (ÖYH), yaklaşmakta olan parlamento seçimlerinde müttefiki olan ‘Hizbullah’ milisleri ile birlikteliğini duyurdu.
Tarafların 2006'da vardığı ‘anlaşma’ göz önünde bulundurulduğunda bu normal bir durumdur. Aslında Hizbullah’ın Avn’ı cumhurbaşkanı adayı ve en büyük Hıristiyan parlamenter bloğunun lideri olarak benimsemesi, buna karşılık Avn’ın Hizbullah’ın çıkarlarını, fikirlerini savunması ve Lübnan'daki Hristiyan çevre içindeki bağlılığı koruması ışığında meseleye bakıldığında bu normallik daha iyi anlaşılır.
Nitekim geçtiğimiz yıllarda Avn, Hizbullah’ın (ve dolayısıyla İran'ın) Suriye'deki mücadelesini destekledi. Tahran'ın Lübnan'ı izole etmek, Araplarla ilişkilerini sabote etmek ve Hizbullah’ın devleti tekeline almasına hazırlık olarak “devlet” kurumlarını yok etmek amacıyla kendisine biçtiği rol hususunda sessiz kaldı.
Son dönemde işgalci Hizbullah’ın hegemonyası, Avn ve halefi Cibran Basil'in de desteğiyle, yargıyı ve bankacılık sistemini içine aldı. Öncesinde güvenlik servislerini kontrolü altına almış ve eğitim, sağlık, hizmet ve turizm sektörlerini paralamıştı. Bu durum, gençlerin göç etmesine yol açtı ve demografik değişim sürecini hızlandırdı.
Bu noktada Lübnan'ın akıbetinin ne olacağı sorulabilir. Lübnanlılar arasındaki anlaşmazlıkların yanı sıra krizleri ile İran nükleer dosyasına ilişkin müzakereler arasında doğrudan bir ilişkinin varlığına dair hemfikir olmaları konusunda yeni bir şey yok. Bunun nedeni, Lübnan'ın 1920'den bu yana olan tarihi boyunca ve hatta M.S. 16. yüzyılda Lübnan Dağı'nda varlığının ilk işaretleri ortaya çıktığından bu yana ortak bir kimlik veya ortak bir kader üzerinde nadiren geniş bir fikir birliğinin sağlanmış olmasıdır.
Bu gerçek, bugün birçok Lübnanlı için ulaşılması rahat bir olgu olmayabilir. Ancak tarih bize, milletlerin gökten inmediğini ve değişmeyen sabit sınırlarla mühürlenmediğini öğretti ki dünya üzerinde paylaşılan ve tartışma konusu olan adalar bile var. Haiti ve Dominik Cumhuriyeti’nce paylaşılan Hispanyola; Endonezya, Malezya ve Brunei’nin paylaştığı Borneo ya da İrlanda ve Birleşik Krallık tarafından paylaşılan İrlanda bunun örnekleridir.
Milliyet kavramının Alman ve İtalyan oluşumlarının doğuşuyla birlikte Avrupa'da şekillenmesi öncesinde “ulus-devlet” kavramı yoktu. ABD, Kanada ve İspanya gibi ülkelerdeki “federalizm” ise daha güçlü olanın egemenliğinin bir sonucu olarak ortaya çıktı ve daha sonra ya egemenliğin sürmesi ya da zayıf taraflarla ortak çıkarların ortaya çıkmasıyla devam etti. Bugün önümüzde, İngiltere ve İspanya gibi uzun süredir başarılı görünen modeller var. Ancak ayrılıkçı eğilimlerin ve örgütlerin ortaya çıkmasıyla onlar da bunu sürdüremedi.
Sonuç olarak Lübnanlılar, anayasasında 18 mezhebin varlığını kabul eden, devlet pozisyonları ve kurumlarında kotaları mezhepler arasında paylaştıran bir ülkede “milli birliğinin” metanetini sorgulamaktan zarar görmez. Çoğulculuk kendi başına bir çatışma nedeni değildir. Çatışmanın asıl nedeni, çeşitli oluşumlar arasındaki ortak yaşama dahil olan toplulukların bir arada yaşam ilkesindeki faydayı bilmemesi, ihmal etmesi ve hatta reddetmesidir. Bu durumda gerçekten de çoğulculuk bir saatli bombaya dönüşüyor. Bu saatli bomba bugün Lübnan'da ve İran’ın bölgesel hegemonya planının kendilerine uzanmasının ardından ulusal dokunulmazlığını kaybeden diğer bazı Arap devletlerinde de mevcuttur.
Elbette bazıları, bölge devletlerinin her zaman birtakım hegemonik planlara ve işgalci emellere maruz kaldıklarını söyleyecektir. Nitekim Arapların çoğu, dört asırdan fazla bir süre Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliği altında yaşadı. Bu doğrudur. Aynı şekilde Arap toprakları birçok yabancı sömürgecilik ve manda vakasına tanık oldu. Bu da doğrudur. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Arap dünyası, Filistin topraklarında İsrail devletinin kurulması gibi -savaş ya da barışla- üstesinden gelemediği bir meydan okumayla karşılaştı ki elbette bu da doğrudur. Bütün bunlar yadsınamaz gerçeklerdir. Ancak mevcut durum, Arap dünyasındaki kuşatıcı kimlikler için daha yıkıcıdır.
Şu anda milli kimliğimizi bozan, dini ve mezhepsel dokumuzu yırtan, ekonomik imkanlarımızı tüketen ve dokunduğu her yere düşmanlık, fanatizm, cehalet ve gerilik getiren daha tehlikeli bir durumla karşı karşıyayız. Yukarıda sözü edilen planların tümü, “İran’ın işgalci planının” Irak, Suriye ve Lübnan'da verdiği -ve gelecekte de vereceği- zarar karşısında daha önemsizdir.
Bir zamanlar müreffeh ve gelişmiş olan bu üç devlet, yalnızca çocukları tarafından değil bilakis uluslararası toplum tarafından da iyi bilinen bir nedenden dolayı başarısız devletler haline geldi. Buna rağmen büyük güçler, Viyana Müzakereleri’nde İran'ın nükleer programını ve Tahran'a uygulanan mali yaptırımları, komşularına karşı yıkıcı politikasıyla ilişkilendirmeyi kasten göz ardı ettiler. Ayrıca milis silahlarının demokratik süreçle bir arada bulunmasının imkansızlığını ve başka bir terörle mücadele bahanesiyle terörü meşrulaştırmanın saçmalığını da görmezden geldiler. Irak ve Lübnan'da tanık olduğumuz durum demokrasi değildir. Suriye’deki durum ise anayasal çerçeveler dahilinde olmaktan oldukça uzaktır.