İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Tüm yaşananlara rağmen Tahran’da hala ‘demokrasi’ olduğuna inananlar var

Meşhur Arap atasözlerinden biri, “Bir şeye sahip olmayan onu veremez” der. Bu söz şüphesiz, siyaset dünyası ve bazı Arap ülkelerinin bugünlerde ağır bedeller ödediği şeyler için geçerlidir. Mevcut rejimleri, “demokratik” oldukları bahanesiyle güçlü uluslararası güçlerin onayını alan Irak ve Lübnan'da yaşanan uzun süreli siyasi krizler, bu sözün doğruluğunun en açık kanıtıdır.
Dahası Iraklıların ve Lübnanlıların çektikleri ıstıraplara ve ardı ardına gelen krizlere rağmen bu uluslararası güçler, Irak ve Lübnan deneyimlerinin genelleştirilmesini teşvik ediyorlar. Sanki başarının, ulusal uyumun, gerçek kalkınmanın, rasyonel ve adil yönetimin açık bir modeliymiş gibi! Aynı etkili uluslararası güçlerin “ikili rol” oynadıkları başka durumlar da vardır. Birincisi, İran'ın mezhepçi milis silahının hegemonyası altında olan Bağdat ve Beyrut'taki Irak ve Lübnan “demokrasilerinin” deneyimlerindeki boşlukları kapatmaktır. Bir diğeri, milisleri ve mezhepçi kültürü Irak ve Lübnan'ı hegemonyası altına alan İran rejimiyle anlaşma konusunda duydukları heyecandır. Oysa İran, demokrasi maskesi altında demokrasinin özünü ortadan kaldıran bir rol oynamaktadır.
Bu yalana ne yazık ki ABD Başkanı Joe Biden, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve onlardan önce İran'ı rehabilite etme ve onunla ittifak kurma politikasının “mimarı” olan Robert Malley inanmak için can atmaktadır. “Bir şeye sahip olmayan onu veremez”, Tahran rejimi için tamamen geçerli olan bir gerçektir. Tahran rejimi, bu bağlamda temsili demokrasiyi dünyadaki ülkelerle ilişkiler için bir maskeye dönüştürüp anlamını boşaltarak bir “mucize” gerçekleştirdi. Tabii bunun için seçilmiş bir cumhurbaşkanı, seçilmiş bir parlamento ve yargı kurumuna sahip bir “cumhuriyet rejimi” tiyatrosunun oynanmasına ihtiyaç vardır. Ancak bu devlette nihai söz, ilahi rejimin başında yer alan “veli-i fakihe” aittir ki, onun sözü hiçbir şekilde reddedilemez ve sorgulanamaz.
Çok iyi bilindiği gibi, Tahran rejiminin de tecrübesini adlandırmak için kullanmayı sevdiği bir ifade olan bu “İslam Cumhuriyeti’nin” tarihi seyri, kayıplar, suikastlar ve infazlarla geçmiştir. İran’daki duruma aşina olanlar, tasfiyeleri, uzaklaştırmaları, sürgünleri ve tutuklamaları elbette hatırlayacaklardır. İran, 1979'daki devrimin başlangıcındaki geniş bir ulusal ittifaktan, bugünkü “teokrasi-milis-mafya” merkezi yapısına dönüştü. Devrimin başlangıcında yaşayanlar veya onu dikkatle inceleyenler, Mehdi Bazergan, Ebu'l-Hasan Beni Sadr, Sadık Kutbizade ve elbette aynı şekilde Ayetullah Muhammed Kazım Şeriatmedari, Ayetullah Hüseyin Muntazeri, Mir Hüseyin Musevi, Mehdi Kerrubi ve ardından Mahmud Ahmedinejad gibi isimlerin rollerini hatırlarlar.
Bu isimler gerçek bir yetki devriyle emekli olmadılar ya da görevden uzaklaştırılmadılar, daha ziyade dışlama ve etkisiz hale getirme mücadeleleriyle devrildiler. Çünkü öncelikleri gelişmiş bir otorite hiyerarşisinin yeniden inşa edilmesi gerekiyordu ki, süreç içerisinde radikalleşme ve saldırgan yayılmacı eğilimler daha da arttı. Bir süredir Tahran'da devrimin nasıl ihraç edileceği ile ilgili gerek içerik gerekse de mekanizmalar konusunda farklı fikirler ortaya çıkmış olabilir. Fakat uzaklaştırılması gerekenleri uzaklaştırılmasından ve etkisiz hale getirilmesi gerekenlerin etkisiz hale getirilmesinin ardından Humeyni-Hamaney “devrimi” yalnızca silah ve kan ihraç etti, hegemonik politikalarını sürdürdü, devletleri içlerine attığı fitne ile bitirdi, kurumları yıktı ve onları ilhak etti. Bunu da özel yoluyla, yani Devrim Rehberi ve Devrim Muhafızları ile yaptı.
“İşgal altındaki” Irak ve Lübnan'da seçimlerin yapıldığı doğrudur. Ancak İran’daki seçimlerde olduğu gibi burada da seçimler silahların gölgesinde düzenleniyor. Nihai kararı silahlar veriyor ve meşruiyeti o sağlıyor. Irak'ta, Ekim 2021'deki son yasama seçimlerinin sonuçlarından sonra gülünç bir şekilde “siyasi tıkanıklık” ifadesi ortaya çıktı. Beklenen bu ‘tıkanma’, ABD'nin işgal döneminde yönetici olarak atadığı Paul Bremer'in ülkeyi yeni bir temel üzerine inşa etmesinden bu yana yaşanan gelişmelerden kaynaklandı. Bu ‘işgalci yapı’, darbeler ve popülizm döneminin kusurlarını ortadan kaldıracak ve ayrımcılığı aşacak bir sistem getirmedi, bilakis daha kötüsünü yaptı. Vatandaşları hizipçi bileşenin parçası haline getirdi, Iraklıları kazananlar ve kaybedenler olarak ikiye böldü, mezhepsel, dini ve etnik bölünmeler derinleştirdi, devletin elindeki silahla dışarıya bağlı milislerin elindeki silahın eşitlenmesine sebep oldu, partileri ve seçimleri kuklaya ya da ülkeye geçici çıkarların hâkim olduğu, vizyoner stratejik planlamanın olmadığı bir kukla gösterisine dönüştürdü.
Irak’taki durum bundan ibarettir. Lübnan’a gelince, orada durum daha da kötüdür. Ülke şu anda siyasi ve ekonomik bir kâbus yaşıyor. Bununla birlikte seçim demeye bin şahit gerekse de geri sayım başladı. Lübnan Uluslararası Mahkemesi, eski Başbakan Refik Hariri ve arkadaşlarına suikast düzenlemekle suçlanan iki sanık hakkında verilen beraat kararını bozdu ve Cemil Ayyaş ile birlikte sanıklar Hüseyin Hasan Anisi ve Hasan Habib Merhi hakkında da mahkûmiyet kararı verildi.
Birçokları için mahkûmiyet kararı, parti ve liderliğiyle “Hizbullah’ın” Hariri suikastına müdahil olduğunu doğrulamaya katkıda bulunabilir. Özellikle de Hizbullah’ın mahkemeyi ve kararlarını tanımayı reddetmesi devam ederken böyle bir kanıya varmak güç değildir. Dahası, Tahran'daki otoriteye olan tam bağlılığını artık gizlemeyen Hizbullah, Lübnan sahnesinde hegemonyasına meydan okuyan herkesi “yok etmeye” çalışıyor. Silah zoruyla dayattığı kusurlu “seçim yasası” ile seçim listeleri oluşturmaya çalışıyor ve diğer mezheplerden marjinal takipçilerini bir araya getiriyor.
Irak ve Lübnan’da yaşanan ve uluslararası düzeyde kabul gören bu iki “işgal”, Washington ve Paris’in -Ukrayna saldırısının ardından- petrol ve gaz alternatifleri aramakla meşgul olduğu bir zamanda, Viyana'dan sponsorları İran'a gelebilecek bir “ödüle” adaydırlar.