Remzi İzzeddin Remzi
Mısırlı büyükelçi ve BM eski yetkilisi
TT

“Batı’nın Ukrayna'da Rusya'yı yenme arayışı” felaketle sonuçlanacak bir abartıdır

Batılı ülkelerin, özellikle de silahlı çatışmalar söz konusu olduğunda, hedeflerinin abartıldığına ilişkin pek çok örnek var. Bu, Batı'nın yerine getirebileceğinden fazlasını vaat ettiği durumlar için de geçerlidir. Afganistan, Irak, Suriye ve Libya buna örnek olarak verilebilir. Nitekim söz konusu ülkelerde yaşanan hadiselerin sonuçları Batılı ülkelerin çıkarlarına aykırı bir durum arz ederken, ilgili ülkeler ve halkları için de felaket olmuştur.
Ukrayna'daki kriz şu anda uluslararası ilginin odağı olduğundan, bu yazımda, Rusya ile ilgili durum başta olmak üzere geçmişte ve şu anda Avrupa'da yaşananlarla sınırlayacağım. Batı'nın ilk abartısı, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'nın aşağılanmasında ısrar etmesiydi. Bu, Alman halkının milli gururunu yeniden kazanma kararlılığını artırdı ve sonuç olarak Nazizm’in ortaya çıkmasıyla birlikte İkinci Dünya Savaşı'nın yolu açıldı.
İkinci abartı, İkinci Dünya Savaşı'nda Almanya'nın ezici bir hezimete uğratılması, altyapısının ve endüstrisinin tamamen yok edilmesi konusundaki ısrardı. Bu, daha güçlü ve cüretli bir rakip olan Sovyetler Birliği'nin ortaya çıkmasına yol açan bir boşlukla sonuçlandı. Böylece neredeyse kırk yıl süren ve küresel düzeyde olumsuz sonuçları olan bir silahlanma yarışına yol açan Soğuk Savaş başladı. Oysa her iki durum da -Almanya'nın aşağılanması ve hezimeti- önlenebilirdi. İlk durumda, Nazizm’in doğuşu önlenebilir ve böylece İkinci Dünya Savaşı'nın önüne geçilebilirdi. İkinci durumda, Almanya'nın daha hızlı toparlanması ve komünizmin Doğu Avrupa ülkelerinde yayılmasına engel teşkil etmesi mümkün olabilirdi. Bu, Avrupa'da Sovyetleri dengeleyecek bir bloğun oluşumunu sağlayabilirdi.
Üçüncü abartı, Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra geldi. Batılılar, Moskova'nın uluslararası denklemde ikincil bir konumu kabul etmesini gerektiren bir gerçeklik yaratmak için Rusya'nın zayıflığından yararlanmaya çalıştılar. Bu nedenle NATO ve Avrupa Birliği (AB) genişlemeye hız verdi. Sovyetler Birliği'nin eski müttefikleri Doğu Avrupa'ya çekildi. Ancak Batı'nın hesaba katmadığı şey, Rusya'nın kendisine “müstesna bir ülke” hissi veren zengin bir tarihe ve köklü geleneklere sahip gururlu bir millet olduğuydu. Böylece Rusya, ABD’de olduğu gibi, kendisini küresel reform misyonuna sahip bir ülke olarak gördü. ABD, insanlığa karşı görevinin özgürlük ve demokrasiyi yaymak olduğuna inanırken; Rusya, Ortodoks Kilisesi'nin dayandığı ilkeler ve kavramlarla saf bir ahlaki model sunmayı ve yaymayı kutsal görevi olarak gördü.
Batılı model, birkaç sac ayağı üzerine inşa edilmiştir. Bunlardan en ön planı çıkanı, pragmatik çalışma tarzına bağlı kalmanın yanında güçler arası bir dengeye dayanan siyasal sistemde gücün dağıtılmasıdır. Rusya'ya gelince, tek bildiği şey gücün merkezileşmesi ve ideolojik bağlılığına, ister komünizm ister ortodoksluk olsun, yansıyan ahlaki seçkinliğiyle övünmektedir. Rusya'nın Batı ile açmazı şudur: Batı, Rusya'yı özümseyemezken; Rusya, Batı’dan ve onun değerlerinden memnun değildir. Şayet Rusya, Batı medeniyeti tarafından içselleştirilmiş olsaydı, Batı bugünkünden çok farklı olurdu. Rus tarihiyle ilgilenenler, Rus zihniyetinin siyasi sisteme yansıyan doğal ve kalıcı özellikleri olduğu gerçeğini görmezden gelemez. İdeolojik yönelimi bir kenara bırakırsak özellikleri şöyle sıralayabiliriz: Müstesna bir devlet olduğuna inanç, merkezi otorite, güvenlik ikilemi (security phobia). Söz konusu güvenlik ikilemi, Rusya'nın yüzyıllar boyunca her yönden istilalara maruz kalmasından kaynaklanmaktadır. Bu nitelikler, Rusya'nın Batı sistemine adapte olmasının önüne geçti ve Batı ile arasında husumete yol açtı. Ancak tüm Ruslar Batı'yı düşman olarak görmüyor. Batı medeniyetinin değerler sistemini ülkelerinde yerleştirmek isteyenler var. Bununla birlikte kendilerini Avrupalı ​​ve aynı zamanda Asyalı olarak gören Ruslar da var ki bu da Rus milletini diğer Avrupa milletlerinden ayırıyor. Bu milliyetçi duygunun belki de en iyi örneği, ancak en uç haliyle, “Jeopolitiğin Temelleri” (Foundations of Geopolitics) adlı kitabıyla dünyaca ünlü olan filozof Alexander Dugin'dir.
Rus halkının bu ‘müstesna olma’ ve ‘derin yurtseverlik’ duygusunun, Yeltsin döneminde halkın hissettiği aşağılanmadan sonra, Rusya'nın Batı karşısında iade-i itibarını sağladığına şüphe yok. Burada Putin ve Gorbaçov arasında bir karşılaştırma yapmak dikkate değerdir. Her ikisinin de hedefi, seleflerinde olduğu gibi, Rusya'nın büyüklüğünü ortaya koymaktır. Gorbaçov, otuz ayı geçmeyen kısa bir geçiş döneminden sonra Sovyetler Birliği'nin liderliğini üstlendi. Komünist rejimin bu dönemde acilen reforma ihtiyacı vardı. Gorbaçov, reform sürecini üstlenmeseydi de -sonuçları ne olursa olsun- kendi kuşağından başka birinin bunu yapacağını düşünüyorum.
Bu bağlamda Sovyetler Birliği'ni ve sonra Rusya'yı yöneten nesiller meselesinin altını çizmek önemlidir. Lenin ve Stalin’in temsil ettiği ilk nesil komünistler, Bolşevik Devrimi öncesinde ve devrim sırasında siyasi oluşumu üstlendi. Sovyet liderliğine göre devrim, iç savaşa ve yabancı askeri müdahalelere rağmen yaşam koşullarını iyileştirmede genel olarak başarılı oldu. Burada, komünist sistemin dünya üzerinde egemen siyasi sistem olacağına ilişkin romantik bir iddia da vardı. Kruşçev ve Brejnev tarafından temsil edilen ikinci neslin ortaya koyduğu siyasi yapı ise, İkinci Dünya Savaşı'nın ve Bolşevik Devrimi'nin ürünüydü. Sovyetler, Avrupa ülkelerinin geri kalanı kadar bitkin olsa da savaştan zaferle çıktı. Yani Sovyetler Birliği'ndeki ekonomik şartlar kıtadaki benzerlerinden daha kötü değildi. Bu durum, komünist sistemin dünyadaki egemenliği hayalinin sürmesini sağladı. Ayrıca burada, Kruşçev'in 1956'da Moskova'da Batılı büyükelçiler önünde Sovyetler Birliği'nin Batı'yı “defnedeceğini” söylediği ünlü sözünü hatırlamakta fayda var.
Bolşevik Devrimi'nden sonra doğan ve üçüncü neslin temsilcisi olan Gorbaçov’a gelince, İkinci Dünya Savaşı sırasında henüz çocuktu ve bu nedenle yaşananlardan doğrudan etkilenmedi. Bu nesil, dünyada yaşanan önemli dönüşümlere tanık oldu. Batı'daki muadilleriyle karşılaştırıldığı zaman Sovyet halkının yaşam standardı arasındaki büyük farkı gizlemek zordu ve bu, Batı'daki maddi ilerlemeye katılma arzusunu doğurdu. Sovyet devletinin bunu başarması gerekiyordu.
Yeltsin'in dönemi, tekrarlanması zor olan bir geçiş aşamasıydı. Gorbaçov'da olduğu gibi, Rusya bu dönemde de değişmeyi dört gözle bekliyordu. Bu dönemde -dünyanın ve özellikle Batı'nın- bir süper güç olmasa da büyük bir güç olarak saygısını yeniden kazanılması gündemdeydi ve Putin'in iktidara geldiği tarihsel bağlam da buydu. Dördüncü kuşak Rus liderlerini temsil eden Vladimir Putin, Dünya Savaşı'nın bitiminden yedi yıl sonra 1952'de doğdu. Bu dönemde siyasi yapıda zayıflık belirtileri ortaya çıkmaya başladı. Gorbaçov'da olduğu gibi, Putin başkanlık koltuğunda olmasaydı da Rusya’nın itibarını yeniden kazanmasını sağlamaya çalışacak, Batı'yı çıkarlarına ve güvenlik kaygılarına saygı duymaya zorlayacak biri olurdu. Ukrayna'daki krizin patlak verdiği bağlam burasıdır. Bu, Rus halkının bütünüyle Ukrayna'daki savaştan yana olduğu anlamına gelmez. Buna karşı çıkanlar var ama krizle ilgili kararları etkileyebilecek kritik kitleyi oluşturmuyorlar.
Sonuç olarak, Ukrayna'daki krizin patlak vermesinin sorumluluğunu Putin'e ve danışmanlarına yüklemek, Rusya'nın tarihsel beklentilerini ve özlemlerini görmezden gelmektir. Rusya dünya ve özellikle Batı karşısında ‘müstesna bir ulus’ ve büyük bir güç olarak bulunmak istiyor. Fakat buradaki büyük tehlike, Rusya'nın Ukrayna'da yenilgiyi kabul etmeyecek olmasıdır. Bu nedenle Batı'nın Ukrayna'da Rusya'yı yenme arayışı bir abartıdan ibarettir. Tek çözüm, Batı ile Rusya arasında, her birinin hususiyetlerine saygı duyan bir birlikte yaşama ve işbirliği formülü ortaya koymaktır.