Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

İnsanlık tarihinin en büyük destanı: Mahabharata

Francis Bacon, ünlü kitabı ‘Novum Organum’da sağlam bir akıl yürütmenin önündeki en büyük engellerin ‘Çarşı-Pazar Putları’ olduğunu belirtir. Bir önceki makalemde belirttiğim gibi; ‘Çarşı-Pazar Putları’ insanlar arasında dolaşan sözler, doğa ve dünya anlayışlarının ifadeleri ayrıca soyutlamaları tanımlamak ve açıklamak için kullandıkları dildir.
Bacon, ‘dilin’ sadece insanlar arasında anlayış ve iletişim için bir araç olmadığını, aynı zamanda dolaşımdaki fikirlerin ‘belirleyicisi’ olduğunu düşünüyor. Sözcükler tarafsız değildir, bilakis söyleyen ve işiten arasındaki anlaşma noktalarına işaret eden anlamlar ve duygularla yüklüdür. Dolayısıyla insanlar onlara söylenenden, etkileşime girdikleri veya rahatsızlık duyup reddettikleri kısmı ister yazıyla ister sözle ister resimle olsun fikirlerini tam olarak yansıttıkları ölçüde rahatlarlar.
Ünlü filozofun ‘Çarşı-Pazar Putlarını’ daha önemli görme gerekçesini tamamen haklı buluyorum. Ancak Doğu toplumlarındaki gerçek deneyime baktığımda, günümüzde dolaşımda olan söylemin ve hâkim geleneklerin önemli bir yönünün, önceki yüzyıllarda hüküm süren konuşma ve düşünce kalıplarının bir uzantısı olduğunu görüyorum. Başka bir deyişle; mevcut kültürel tartışmalarımızın en önemli yönü, eski tartışmaların tekrarı veya en belirgin unsurlarının yeni biçimler ve çerçeveler içinde yeniden üretilmesidir. Bu nedenle Doğu toplumlarında en etkili putlar, ataların etkisine atıfta bulunan ‘Tiyatro Putları’dır.
Bugün eski makaleleri gözden geçiriyordum. İçlerinden biri bana dünya tarihinin bilinen en büyük şiirsel destanı olan ‘Mahabharata’nın hikayesini hatırlattı. Bu hikâye üzerine inşa edilen bir televizyon dizisinin bazı bölümlerini izledim. Fakat bu destanın yazılı bir metnine ulaşamadım. Eski Hindistan'ın dili Sanskritçe ile kaleme alınan bu destan, Hindu inancının öğretilerinin yanı sıra olayları, bilgeliği ve tavsiyeleri anlatan nesir parçalarına ek olarak 100 bin beyitten ve toplamda yaklaşık 1,8 milyon kelimeden oluşur.
Mahabharata, dini inançların ve felsefi sözlerin eşsiz karışımı, tarihin gerçek ve efsanevi kahramanlarının hikayeleri nedeniyle Hindistan'daki halkın kültürü üzerinde derin bir etkiye sahipti. Bu onu bir efsaneden kutsal bir metin gibi bir şeye ya da - en azından - kutsal metinlerin gölgelerinden bir şeye dönüştürdü.
Defalarca sorguladım: İnsanların, özellikle de eğitimli insanların bu destanı okurken zevk almasını sağlayan nedir? Bunu dinlerken ya da olayların hayali temsillerini izlerken rahatlıyorlar mı? Kendilerini bu destanın kıvrımlarında mı buluyorlar yoksa kahramanları arasında mı olmak istiyorlar? Yoksa şimdiki zamanlarında rotasını geri mi istiyorlar?
Profesör Yusuf Eba el-Hayl'in, çağdaş Sünniler ve Şiiler, içlerinde hiçbir zarafet ve güzellik olmamasına rağmen, halen atalarının çekişmelerine müdahil olduklarını ve çağdaş yaşamlarının gereklilikleri, geçmişte olup bitenlerle meşgul olmaktan ziyade toplumlarını geliştirmeye odaklanmayı zorunlu kıldığını ifade ederek, şok edici değerlendirmede bulunduğu tweetini okuduğumda zihnim bu sorularla meşguldü.
Bu değerlendirme üzerinde düşündükten sonra Hint izleyicilerin Mahabharata hikayeleriyle ilişkisi hakkındaki önceki sorumun Müslümanlar olarak gerçekliğimizle mükemmel bir şekilde örtüştüğünü fark ettim. Biz de tarihimize, zaferlerine ve yenilgilerine, güzelliklerine ve entrikalarına, efsanelerine ve romanlarına dalıyoruz. Hatta insan, o uzun oyunun temsiline katıldığını hayal etse, belki de kendi gerçekliğinden ve hayatının gereklerinden tamamen ayrı olsa da onda gerçek benliğini görür.
Francis Bacon'un bahsettiği ‘Tiyatro Putlarının’ etkisinin tam resmi bu değil mi? Bize ait, ihtiyaç ve özlemlerimize ait yeni bir gerçeklik yaratmak yerine, atalarımızın tarihini fikirleriyle, bilgeliğiyle, efsaneleriyle, haberleriyle ve insanlarıyla yeniden canlandırmıyor muyuz?