İstemi Yılmaz
TT

Göçün ve göçmenin ekonomi politiği

Türkiye’nin gündeminde sığınmacılar ve onlara yönelen nefret dalgası var. İstanbul’da Ramazan Bayramı’nı kutlayan Pakistanlılar, Eminönü’nde Afganistan bayrağı açan Afganlar ve artık kendi gettolarını kurmuş, ülkenin yerleşiği haline gelmiş Suriyeliler… Bu gruplara Afrika’nın çeşitli bölgelerinden gelen siyahi göçmenler ve Ortadoğu coğrafyasından Türkiye’ye uğramış kitleleri de ekleyebiliriz. Kısacası Türkiye sosyolojisine “yabancı” olan herkes nefretin objesi durumunda.
Sosyal medyada açılan etiketler, dolaşıma sokulan videolar, provokatif kısa film çalışmaları ve siyasetçilerin açıklamalarıyla mülteciler hedef tahtasına oturtuldu. Ekonomik sıkışmanın toplumsal öfkeyi körüklediği bu günlerde, Türkiye adım adım felaketin eşiğine yaklaşıyor. Sert söylemin kışkırtmaya devam ettiği kitlelerin birbirine fiziki müdahalede bulunması durumunda yaşanacak felaketin boyutunu tahmin etmek güç.
Yıllardır hoş görü ve misafirperverlikle övünen Türkiye halklarının sosyoekonomik bunalımlarını göçmenlere yönelttiği bir tabloyla karşı karşıyayız. Artık ne ensar tanımı üzerinden türetilen söylem ne göçün geçiciliği vurgusu kar etmiyor. Bunun sebebi Türkiye’nin giderek kronikleşen enflasyon sorunu üzerine kurulu ekonomik kriz sarmalından bir türlü çıkamaması. İşini kaybeden, maaşı hayat pahalılığı karşısında ezilen veya emekli aylığıyla gün sonunu dahi getiremeyen vatandaş açısından sığınmacı günah keçisi. Kayıtsız çalışarak sermayenin ucuz iş gücü ihtiyacını karşılayan göçmen, halkın ekmeğini çalan “kara koyun” konumunda.
Türkiye siyasetine alışkın olanlar adına karşı karşıya olduğumuz tablo oldukça yabancı. Fakat özellikle Batı ülkelerinde görülen göçmen karşıtlığının birebir aynısı. Fransa’da aşırı sağın sembol ismi Jean-Marie Le Pen partisi Ulusal Cephe’yi ilk kurduğunda “1 milyon göçmen = 1 milyon işsiz Fransız” sloganıyla büyük bir çıkış yakalamıştı. Hollanda’da ırkçı Özgürlük Partisi lideri Geert Wilders de benzer bir şekilde ülkesinin yabancılardan arındığında daha özgür ve refah dolu bir cennete dönüşeceği iddiasıyla oylarını katlamıştı.
Elbette örnekleri artırmak mümkün. Zira dünyanın hemen hemen her coğrafyasında mülteci karşıtı siyaset aynı dinamiklerle ilerliyor. Göçmenleri yabancı ilan et, ekonomik sorunları hesabına yaz, kötü ekonominin tetiklediği toplumsal gerilimi sığınmacı karşıtlığına aktararak ırkçı söylemini meşrulaştır. Ancak sakın ama sakın mali sorunların kökeninde yatan sistem sorgulamasına izin verme. Hedef alınan azınlık grupları değişse de izlenen bu strateji Adolf Hitler’den bu yana pek çok kez rüştünü hesapladı. Irkçı aktörler tarafından bu kadar yararlı olmasının asıl sebebiyse, aşırı sağın yükseldiği söz konusu ülkelerde ekonomik düzenin tekerine çomak sokacak, kral çıplak diyerek kapitalizmi deşifre edecek kuvvette sol partilerin olmaması.
Tarihinde etkin sosyal demokrat ve sosyalist partilerin yer aldığı Batı’da dahi hissedilen bu eksiklik Türkiye açısından daha yakıcı. Ülke siyasetinde dayanışmayı büyüterek mültecilerle öfkeli kalabalıklar arasında set olacak, gergin havayı yumuşatacak bir aktör bulmak neredeyse imkânsız. Hal böyle olunca iktidar sahiplerinin yaklaşan seçimleri ve oy potansiyelini düşünerek “mülteci sorununa” milyonları sınır dışına çıkararak bir çözüm bulması kaçınılmaz hale geliyor. Ancak bu siyaset, aslında sadece göçmen karşıtı söylemi meşrulaştırarak provokasyona açık kitleleri cesaretlendirmekten başka bir anlam ifade etmiyor. Türkiye adım adım yıllarca eleştirdiği Avrupa’nın aşırı sağcı ikliminin Ortadoğu varyantı olmaya doğru emin adımlarla ilerliyor.