Hazım Sağıye
TT

Lübnanlılar siyaseti neden ‘unuttu’?

Bireyler, hukuku ancak yasalarla yönetilen bir toplumda öğrendikleri gibi siyaseti de ancak siyasal bir toplumda öğrenirler.
Bu nedenle; örneğin Miami'de ikamet eden Küba muhalefetinin siyaset ve hukukla bağdaştırılması zor faaliyetlerinin ve heveslerinin oranı yüksekti. Aynı şey Sovyetler Birliği'nin mirasçılığına soyunan çoğu Rus, Saddam’ın devrilmesinden sonra ‘politikacılar’ haline gelen çoğu Iraklı ve keza Esed’in mirasçısı olmayı uman Suriyeli kardeşleri için de geçerlidir.
Bütün bunlar iki durumdan biri tarafından üretildi; ya kendi ülkelerinde uygulaması tek lider ve tek parti ile sınırlı bir ‘siyaset’ lehine karşı karşıya kaldıkları siyasi engelleme ya da sürgünde yaşamak. Siyasete sıfırdan geldiler.
Lübnan tek bir yönetici veya tek bir partiye tabi olmadığı için bu kategoriye girmiyor. Tüm partilerin katıldığı ve kısa bir süre önce son turuna tanık olduğumuz genel seçimler düzenli olarak yapılıyor. Lakin son seçimlerde meclise giren 13 yeni ‘değişimci milletvekilinden’ biri olan Necat Avn Saliba, Temsilciler Meclisi Başkanı Nebih Berri için “Kendisi haddi zatında bir okuldur. İnşallah kendisinden istifade edebilirim” dediğinde bu, siyasetle ilgili derin bir Lübnan sorunu olduğu anlamına geliyordu. Sorun yalnızca Berri ve okulun bir araya gelemeyecek iki karşıt olması değil, bunun ötesinde, Saliba’nın siyasi varlığının gerekçesini kabul etmiyor olması. O zaman neden değişim istiyor? Neden ona değişimci olarak oy verildi?
Dolayısıyla mesele, Saliba ve diğer meslektaşlarında var olduğu kesin olan iyi niyetin örtemediği bir dil sürçmesi ve gaftan daha fazlasıdır. Etkilediği diğer şeylerin yanı sıra pratik ve ifade düzeyinde Lübnan'daki siyasetin koşullarını da etkiliyor. Kendimizle ve ötekiyle siyasi bilince dayalı ilişkilerimiz gibi siyasetin değişme kabiliyeti de 1975'teki savaştan bu yana azalmaya başladı. Savaş, insani ve maddi yıkımına ek olarak o tarihe kadar birikmiş olan siyasi bilinci de vurdu. 1972 seçimlerinin Abdulmecid el-Rafii gibi bir Baasçı, Nacah Vakim gibi bir Nasırcı ve Zaher el-Hatib gibi ilginç bir Marksisti meclise soktuğunu hatırlayalım.
Bu savaştan sonra, 1952'de Bişara el-Huri'nin başkanlığını deviren gibi bir ‘beyaz devrim’ ya da ülkenin başlıca siyasi tercihlerinde niteliksel bir değişikliğe yol açan 1968’teki gibi seçimler hayal etmek artık mümkün değildi. Şunu da belirtelim ki Suriye ve sonrasında Hizbullah'ın vesayeti altında siyaset, belli başlı dini grupların ‘marjinalleştirilmesi’ şeklini aldı. 1989 tarihli ‘Taif Anlaşması’ ile ‘14 Mart 2005’ arasında Hristiyanlar marjinalleştirildi. Ardından Sünniler günümüze kadar devam eden ve giderek artan marjinalleşmeye maruz kaldılar. Marjinalleştirme yoluyla yapılan siyaset, siyaset değil, daha ziyade kolektif psikolojinin bir konusudur. Dahası bu dini gruplar nispeten kısa bir süre içinde bilinçlerinde büyük değişimler yaşadılar. Hristiyanlar arasında bunu çoğunu tanıdıkları geleneksel konumdan bir başkasına taşıyan Avnizm olgusunda görüyoruz. Aynı misyonu Sünniler arasında Hariri olgusu üstlendi. Bugün, Hristiyanların ve Sünnilerin başka bir kolektif psikolojik ruh haline girmeye başlamış olabileceklerini söylemek için iyi nedenler var.
Anlattığımız klinik bir vaka ya da hastanede yaşanmış bir olay değil. Diğer birçok kaynaktan yararlanan siyasetin yaşadığı bozulmayı tanımlıyoruz. Lübnanlı tarihçi ve entelektüel Ahmed Baydun'un defalarca yazdığı gibi; bu kaynaklardan biri olan dini grup liderliği de değişti ve gittikçe sınırlandı. Çok başlı dini gruplarda liderlik en fazla bir veya iki lider ile sınırlandırıldı. Buna ek olarak tanımı gereği siyaset için önemli bir yıkıcı unsur olan ‘direnişin kutsallığı’ ve buna paralel olarak büyüyen üç engelleyici unsur bulunuyor:
Birincisi, ‘direniş çevresinin’, yani esas olarak Şiiler'in değişmemesi gerektiğidir. Yani siyaset tarafından bölünmemeli ve ayrıştırılmamalı. Çünkü bu, zayıflatılmaması gereken kutsalı zayıflatır. Son seçimler bunun en son kanıtıdır.
İkincisi, büyük bir dini grup olan ‘direniş ekseninin’ değişmesi yasak olduğu sürece, her türlü değişim yasaktır. ‘17 Ekim’in verdiği ders budur. Bunun sonuçlarından biri de Refik Hariri’den Lokman Salim’e kadar önde gelen isimleri hedef alan suikastların yanı sıra Beyrut Limanı ve ekonomiye yönelik iki suikastın sorumlularından ve faillerinden hesap sorulamamasıdır. Bu, mevcut verileri değiştirmektedir. Uluslararası bir mahkeme suçlamada bulunsa bile failleri tutuklamak imkansızdır.
Dolayısıyla ne hukuk ne de kurumlar var. Bizi yöneten, siyasetin önünde çaresiz ve sessiz durduğu katı bir kaderdir.
Üçüncüsü, İran duvarına çarpmanın neden olduğu bölgesel engellemedir. Bunun en güçlü izleri Lübnan'da Saad Hariri (ve Irak'ta Mukteda es-Sadr) üzerinde görülüyor. Siyasetten uzak durma ve kendini soyutlama mümkün olan tek politika haline geldi. Bir kez daha öznel olan politik olana üstün geldi.
Siyasetin yokluğunun etkileri ‘değişimci milletvekilleri’nin durumunda da açıkça görülüyor. Bazılarının siyasetle ilgili deneyimleri ‘17 Ekim’e kadar uzanıyor. Bazıları ise en son çeyrek asır önce çalkantılı öğrencilik hayatlarında siyaset yapmışlardı. Çoğu, ‘haydutlar’a karşı duran ‘iyiler’ olarak tanımlanıyorlar. Gerçekten de ‘iyiler’ ama ‘iyiliğin’ siyasetle bağlantısı başka bir konu.
Siyasette engelleme savaş, mezhep, direniş  ve vesayet yumrukalrının yanı sıra bir sürü kadife eldiven tarafından uygulandı. Hepimiz artık ne diyeceğimizi bilmiyoruz. Necat Avn Saliba ise daha da ileri gitti. Zira söylemesi gerekenin aksini söyledi.