Ömer Özkaya
Yazar
TT

Müceddidlik sırası hangi ülkede?

"Dış politikaya ilişkin Amerikan düşünce biçimi ile Avrupa diplomatik gelenekleri, 1919 Paris Barış Konferansı'nda karşı karşıya gelince, tarihi deneyimdeki farklılıklar, dramatik bir şekilde ortaya çıkmıştır. Avrupalı liderler, var olan sistemi bilinen yöntemlerle tekrar kurmak isterken, Amerikan barış kurucuları, büyük savaşın başa çıkılması zor jeopolitik uyuşmazlıkların değil, Avrupa'nın kusurlu uygulamalarının sonucu olduğuna inanmaktadırlar. Meşhur On Dört Noktası'nda Woodrow Wilson, bundan böyle uluslararası sistemin güç dengesine değil, etnik self-determinasyon prensibine, devletlerin güvenliklerinin askeri anlaşmalarla değil, ortak güvenlik sistemine ve diplomasilerinin de uzmanlar tarafından gizlice yürütülmeyip, "açıkça varılan antlaşma" esaslarına dayandırılmasını Avrupalılardan istemiştir. Açıkça görülüyor ki Wilson, Paris'e savaşı sona erdirme şartlarını tartışmak veya var olan uluslararası düzeni yeniden kurmak için değil, hemen hemen 300 yıldan beri uygulanan bütün uluslararası ilişkiler sistemini değiştirmek için gelmişti" (H. Kissinger, Diplomasi - İş Bankası Kültür Yayınları)
Henry Kissinger’ın Diplomasi adlı kitabı ne yazık ki Karl Marx'ın Das Kapital kitabının akıbetine uğramıştır; kitap okunmamış ve okunsa bile anlaşılamamıştır.
Tam yüz üç yıl sonra Paris Barış Konferansı sanki kaldığı yerden yeniden devam etmektedir. Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen Almanya'nın nezdinde Avrupa'nın diplomatik, askerî ve siyasal zihniyetinin analizi muazzam tarihsel çözümleme ile ortaya konurken ABD ile "Avrupa" arasındaki ezelî mücadele de somut şekle dönüşerek varlık kazanmaktadır.
ABD ile "Avrupa" arasındaki zihniyet sorunu çözülecek gibi değildir. ABD kendi ulusal ve uluslararası bakış açısını Avrupa’ya dayatırken, Avrupa da ABD’nin Avrupa'nın koşullarını bilmediğini ileri sürmektedir.
1919 Paris Barış Konferansı kayıtları incelense ve tarafların o zamanki savunu ve istekleri masaya konsa  günümüz için tek bir yeni olgu bulmak neredeyse olanaksızdır.
"Sanki bir doğa kanunuymuş gibi her yüzyılda tüm uluslararası sistemi kendi değerlerine göre yeniden biçimlendirecek kuvvet, irade ve entelektüel ve moral güce sahip olan bir ülke ortaya çıkmaktadır. XVII. Yüzyıl’da Kardinal Richelieu'nün yönetimindeki Fransa, uluslararası ilişkilere, ulus-devlet kavramına dayanan ve nihai amaç olarak ulusal çıkardan güç alan modern yaklaşımı getirmiştir. XVIII. Yüzyıl’da Büyük Britanya, sonraki 200 yıl boyunca Avrupa diplomasisine egemen olan güç dengesi kavramını geliştirmiştir. XIX Yüzyıl’da Metternich'in Avusturya’sı, Avrupa Antlaşması'nı yeniden kurmuş ve Bismarck'ın Almanya’sı da Avrupa diplomasisini soğukkanlı güç politikası oyununa döndürerek bu anlaşmayı yıkmıştır. XX. Yüzyıl’da uluslararası ilişkileri hiç bir ülke Birleşik Devletler kadar kesin, fakat aynı zamanda kararsız bir şekilde etkilememiştir. Hiç bir toplum, onun kadar başka devletlerin içişlerine karışmama ilkesinde ısrarlı veya kendi değerlerinin bütün dünyaca uygulanması düşüncesinde onun kadar ateşli olmamıştır. Hiçbir ülke kendi diplomasisinin bugünden yarına uygulanmasında onun kadar pragmatik veya tarihsel ahlak görüşlerinin izlenmesinde onun kadar ideolojik olmamıştır. Hiçbir devlet, örneği olmayan genişlikteki anlaşma ve yükümlülükler altına girerken kendi dışındaki işlerle uğraşmak konusunda onun kadar isteksiz hareket etmemiştir." (H. Kissinger, Diplomasi - İş Bankası Kültür Yayınları)
Görüldüğü gibi 1919 Paris Barış Konferansı’nda ABD 300 yıldır süregelmekte olan uluslararası sistemi yeniden kurmak için istediği noktaya varamamış ve İkinci Dünya Savaşı Versay Antlaşması’ndan sonra başlamıştır.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa birliğini tesis etmek için Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu kurarak, Avrupa’yı kendi istediği çizgiye getirme çabalarını devam ettiren ABD, Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’ndan Avrupa Birliği’ne dönüşen süreçte ABD ulusal ve uluslararası zihniyet ve vizyonunu Avrupa’ya nakledememiştir. Bunun temel göstergesi de İngiltere’nin Breixt ile AB’yi terketmesi olmuştur.
Kissinger’ın "Sanki bir doğa kanunuymuş gibi her yüzyılda tüm uluslararası sistemi kendi değerlerine göre yeniden biçimlendirecek kuvvet, irade ve entelektüel ve moral güce sahip olan bir ülke ortaya çıkmaktadır" saptamasını esas alırsak; Fransa, İngiltere, Almanya ve ABD küresel müceddidlik (yenileyici, düzenleyici, değiştirici ve yeniden yorumlayıcı) rolünü oynamışlar ve misyonlarını yerine getirmişler(mi)dir.?
ABD’nin hâlâ en önemli küresel güç statüsünü koruması XXI. Yüzyıl’ın küresel yenileyici lideri olma vasfını da devam ettirecek midir?
Kissinger’ın deneysel olarak oluşturduğu küresel müceddid profilini bundan böyle hangi devlet veya güç yerine getirecektir?
Batı’daki ve Avrupa’daki tablo göz önüne alınırsa, çağdaş Fransa, Almanya, İngiltere ve ABD küresel müceddidlik için kendilerini yeniden dizayn etmek ve yeni bir küresel vizyon geliştirmek konusunda bir çaba içinde görünmemektedirler.
Çin, Hindistan, Rusya veya bir başka ülke de yeni küresel müceddidlik için ortaya henüz ciddi bir vizyon koymuş değillerdir.
Fransa dünyaya ulus devlet, İngiltere güç dengesi, Avusturya Avrupa anlaşmasını, Bismarck Almanyası soğukkanlı güç oyunu ile Avrupa anlaşmasını bozarak yeni bir mücadele startı verirken, ABD, Batı'nın ve kürenin demokrasi, özgürlükler ve serbest piyasa ekonomisi lideri olarak öne çıkmış ve bu sisteme küresel bir model olarak kimlik kazandırmıştır.
Kissinger 1994’te kaleme aldığı Diplomasi adlı kitabı ile bir nevi Batılı devletlerin küresel müceddidlik misyonlarının bittiğini ortaya koymaktadır. Bu saptama aynı zamanda henüz yeni küresel müceddidlik koltuğu için herhangi bir devletin de belirmediğinin altını çizmektedir.
Siyasal, diplomatik, askerî, ekonomik, demokratik, ideolojik ve kültürel parametrelere bakıldığında da küresel müceddidlik için öne çıkan bir devlet henüz görülmediğine göre acaba ne olacaktır?
Küresel müceddidlik statüsünü çok uluslu bir şirket, dijital platformlardan biri ya da bir kaçı veya Dünya Sağlık Örgütü, UNESCO ve NATO gibi uluslar üstü bir organizasyon mu ele geçirecektir? Ya da Rusya-Ukrayna Savaşı ile birlikte seyreden tahıl bazlı dünya, gıda sorununu ve Woodrow Wilson’un On Dört İlkesi içerisinde yer tutan etnik self determinasyon ilkesine yeni bir boyut kazandırarak ve hiç umulmadık bir şekilde insan hakları ve özgürlükleri konusunda da bir açılım yaparak yeni küresel müceddidlik ünvanına sahip olabilir mi?
Aslında Woodrow Wilson’un On Dört İlkesi’nin bugün Rusya için stratejik bir değeri olduğu ortaya çıkmaktadır. Rusya “Ukrayna'daki Rus etnik topluluklarının self-determinasyon prensibini hayata geçiriyorum" derse itirazlar gelir mi?
Yine Woodrow Wilson’un On Dört İlkesi’nin ABD tarafından bugün de dikkatle takip edildiğini ve ABD devlet politikası olarak uygulandığını saptamak bölgesel ve küresel birçok sorunu anlamakta anahtar işlevi görecektir. Etnik self-determinasyon kadar dinsel self-determinasyon uygulamasının ABD’nin hedeflerinden biri olduğu da ortadadır.
Konudan uzaklaşmadan yeni küresel müceddidlik statüsüne hangi devletin, hangi çok uluslu şirketin veya şirketlerin, hangi uluslararası üstü organizasyonların veya hangi kültürel ve teknolojik liderin sahip olacağını öngörmek şu an olanaksız gibi görünse de, Kissinger’ın analizi hangi devletlerin olamayacağını yanıtlamaktadır.
Ukrayna'daki oyunun bir anda İncilsel bir mantıkla en sondakini en başa, en baştakinin en sona getirilmesi gibi bir tekniği işletebileceğini de göz ardı etmemek gerekir. Bu durumda ABD, AB, İngiltere ve NATO’nun yeni küresel müceddidlik statüsüne hangi aktörün sahip olması gerektiğini belirleyecek küresel bir stratejiye enerji verdiğini de olasılık içinde görebiliriz.
Kissinger’ın her yüz yılda bir gelen küresel dizayncı ve yenileyici mimarının aslında bizzat Kissinger tarafından koltuğuna oturulacağını da kabul edebiliriz.
Kissinger bağlamında konuya bakıldığında sürpriz bir aktörün İncilsel bir şifre ve akılla en sondakini en başa, en baştakini en sona getirerek yeni küresel müceddidin deşifre edilmesi sürecinde sona yaklaşıldığını söylemek mümkündür.
Bu arada Almanya’nın yine Bismarck soğukkanlılığı içinde ulusal ve küresel siyasetini devam ettirdiğini gözlemliyoruz.
İngiltere’nin hâlâ tarihsel stratejisi olan güç dengesini gözettiği de meydandadır.
ABD’nin küresel hegemonyasını uygularken çektiği sıkıntılar ve yaşadığı sorunlar büyüktür. Amerikan değerleri olarak dünyaya lanse ettiği, insan hakları ve özgürlükleri, serbest piyasa işleyişi ve etnik ve dinsel self-determinasyon başlıkları ise vizyonsuzluk kadar jeopolitiğe de takılmıştır.
Öte yandan Kissinger’ın çok incelikle bahsettiği ABD’nin demokrasiyi yayma çabaları demokrasiyi talep edilir bir değer olmaktan neredeyse çıkarmak üzeredir. ABD’yi bölgesel ve küresel denklemde en çok zorlayan konular, Woodrow Wilson Prensipleri’nin uygulanması olmuştur. Bu prensiplerin ABD’nin bazı müttefiklerine göre Wilson Prensipleri’ndeki gibi uygulanmadığı ve güncellenmediği eleştirileri gündeme gelmiştir.
ABD küresel gücü ve bu gücün devam edeceği yönünde fazlaca bir kuşku yoktur. Sorun ABD’nin küresel gelişmelerin, küresel zihniyet ve vizyon değişimlerinin hızına yetişmekte zorlanır olmasındandır. Küresel güç olarak ABD’yi kısa ve orta vadede aşacak bir güç ortaya çıkmayacak gibi durmaktadır.
ABD’nin sahip olduğu askerî - endüstriyel kompleks ve ABD ordusu, klasik askerî teknoloji ve terminoloji söz konusu oldukça hâlâ devasa boyutlardadır.
ABD ekonomisi, finansal sistemi, dijital platformları, akademisi, entelektüel performansı, kültürel ôncülüğü ve diplomatik kompleksi özgünlüğünü ve yaratıcılığını geliştirmektedir.
Yeni küresel paradigmalarda devletlerin rolü ve misyonunu hızla değişime uğramaktadır. Bu da küresel müceddidlik statüsüne sadece devletlerin değil, çok uluslu şirketlerin, uluslar üstü güçlerin ve teknolojik, bilimsel ve kültürel liderlerin de sahip olacağı yeni bir durumdan söz etmemize neden olmaktadır.
ABD’nin, Batı'nın, Avrupa’nın ve bunların üst kuruluşları olan, AB, NATO ve BM’nin dışında küresel sistemi domine edecek bir aktör ve güç henüz teşhis edilememektedir. Bu bağlamda Bill Gates, Elon Musk gibi yeni tür önderlerin magazine ve karikatürize edilmeleri bilimsel, teknolojik ve kültürel lider ve aktörlerin toplumsal zemin bulmalarını da kolaylaştırmaktadır.
NATO’nun küresel bir pakta dönüşme süreci dikkatle izlenmeyi gerektiriyor, Rusya'nın geçirmekte olduğu dönüşüm ve Kissinger’ın Rusya'ya yüklediği misyon da Batı'nın dönüşümünden bağımsız değildir. Dolayısıyla Ukrayna sorunu aslında yeni müceddidlik statüsüne hangi aktörün oturacağını saptayacak derinliğe sahip olsa da, bu alanda rakipsiz değildir.
Ukrayna sorununun en önemli özelliği, 1919 Paris Barış Konferansı iklimini geri getirmesi ve ABD’nin Avrupa’ya yönelik siyasal, diplomatik, ekonomik ve askerî tenkitlerinin tazelenmesidir. Aynı zamanda Avrupa’nın da ABD’ye yönelik bakış açısındaki olumsuzluğun sabit olduğunun görülmesidir.
İşte yeni küresel müceddidlik statüsünü üretecek küresel sorun yumağının yoğunluğu bu noktadadır. Bu durumda yeni küresel müceddidlik statüsüne sahip olacak vizyon yine Batı ve bileşenlerinin içinden çıkacaktır.
“Küresel müceddidlik statüsünün yakın tarihte devletlerle olan korelasyonu ortadan kalkmıştır” denilebilir. Bu bağlamda UNESCO’nun BM’yi de aşan bir saygınlığı vardır. Bu saygınlık yeni müceddidlik statüsüne sahip olmasını sağlayacak birikime sahiptir. Dolayısıyla Kissinger’ın küresel müceddidlik statüsü ile devletler arasında kurduğu korelasyon miadını doldurmuştur denilebilir.
Bu durumda devlet dışı ve uluslar üstü kültürel, bilimsel, teknolojik oluşumlar, organizasyonlar ve belki gıda bazlı küresel sorunlar bağlamında ortaya çıkacak aktörler, daha devrimci ve kapsayıcı konseptlerle yeni küresel müceddidlik statüsüne sahip olacaklardır.