Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Akıllıların dini: Hangi dinden bahsediyoruz?

Geçen haftaki yazımda, fıkhî hükümlerin çıkarılmasında kitap ve sünnete paralel olarak, aklın da “bağımsız bir referans” olarak kabul edilmesi çağrısında bulundum. Yazımda bunun, İslam düşüncesinde eski bir tartışma olduğuna dikkat çekmiştim. Bugün, aklın rolü konusunda temel tartışma konusu olduğunu düşündüğüm soruya yanıt olarak, apaçık kabul ettiğim bir meseleden bahsedeceğim. Bu bağlamda temel sorular şunlardır: Bir fiilin iyi ya da kötü/güzel ya da çirkin kendinde bir değeri var mıdır? Akıl fiillerdeki bu değeri teşhis edebilir mi?
“Bu çağda” aklı başında herkesin bu sorunun cevabını bildiğini ve hayatında bunu uyguladığını düşünüyorum. Sabah evden çıkıyor ve binlerce insanın sizin gibi işe gittiğini görüyorsunuz. Bu insanlar arabalarında ters yönde değil, doğru yönde kullanıyorlar. Günün sonunda eve gidecek ve sağlıklı olduğunu bildikleri şeyleri yiyecekler. Gün boyunca onlarca insanla karşılaşıyoruz. Her biri çıkarlarının, kendilerine faydalı olan şeyin farkında ve çoğu da isteklerinin bir kısmını elde ediyor. Gün içinde birinin arabasını dikkatsizce kullanması veya bir çalışanın usulsüzlük yapması gibi yanlış olduğunu düşündüğümüz şeylere tanık oluruz. Markete gittiğimizde sütün bozuk olduğunu görürüz ya da gazetede bir haber okuruz ve onu kabul ederiz ya da reddederiz.
Bu günlük eylemleri doğru olduklarını düşündüğümüz için yaparız. Yanlış olanlarına ise itiraz ederiz. Öyleyse herhangi bir dini metinde bu eylemlerin niteliğine ya da hakkındaki hükme dair bir şeyler mi buluruz yoksa bu fiil hakkında şükrü veya kınamayı gerektirdiği hususunda hüküm veren, fiilin doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu söyleyen aklımız mıdır?
Biz bunu basitçe ‘fiillerin kendinde iyiliği ve kötülüğü’ ve ‘aklın bunu bilebileceği’ ifadeleriyle dile getiriyoruz. İnsanların pervasız sürücüye, usulsüzlük yapan çalışana ve çalışkan öğrenciye karşı tutumunda bir farklılık görüyor musunuz?
Şimdi yakın insanlık tarihinden örnekler verelim. Cenevre Sözleşmeleri (1949) ile başlayalım. Bu sözleşmelerin amacı sivilleri korumak, soykırımı önlemek, savaşlar ve savaşçılar için belirli kurallar koyarak insani ve kentsel kayıpları azaltmaktır. Diğer tarafta amacı çevresel felaketleri önlemek için uzun vadeli insani çabaları organize etmek olan Paris İklim Anlaşması (2015) gibi uluslararası anlaşmalar var. Ya da Sınır Tanımayan Doktorlar, Greenpeace, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü gibi büyük girişimler… Antik ve modern tarihten, insanın kendi yaşamı için neyin iyi neyin kötü olduğunu belirleme yeteneğini bize anlatan pek çok örnek var. Nitekim insanlık tarihindeki yükseliş bu yeteneğin kesin kanıtıdır.
Bu örnekler kuşkusuz insanlar arasında şefkati yayma, toplumu organize etme, bilgide ilerleme, çevreyi ve geçim kaynaklarını koruma, çatışmaların felaketlere kaymasını engelleme gibi dinin arzu ettiği hedeflere ulaşmayı amaçlamaktadır. Bunlar ve diğer pek çok örnek, din çerçevesinin dışında somutlaştı ve olgunlaştı. Aklı başında insanlar bunlarda, yüksek bir fayda ve büyük bir zararı önleme potansiyeli gördü. Burada, ülkeler arasındaki ilişkileri düzenleyen anlaşmalardan bahsediyoruz. Milyonlarca insan bu anlaşmaların uygulamasına dahil oluyor ve hepsi de tek bir amaç için çabalıyor. İnsan aklı bu tür görevleri yerine getirmeye muktedir ise, din çerçevesinde yapamadığı görevler nelerdir? Akıllar, aralarındaki anlaşmazlıkları ve farklılıkları belirttiğimiz büyüklükteki anlaşmalar yaparak yönetebiliyor da neden farklı akıllar aynı şeyi dini çerçevede yapamıyorlar?
Dinin konusu, insanın davranış ve eylemleridir. Fıkhın amacı, belirli amaçlara ulaşmak için bu davranışı düzenlemek değil midir? İnsan aklının 194 ülkede arasındaki ortak eylemi düzenleyen bir anlaşma yapmasına izin veren, ancak iki kişi arasındaki ilişkiyi düzenleyen bir hukuk kuralı ortaya koymasını engelleyen büyük zorluk nedir? Bazı yönlerini sunduğumuz gerçeklik içinde yer alan bir dinden mi bahsediyoruz yoksa kitaplar arasında uçuşan efsanevi bir dinden mi?