Nedim Kuteyş
Lübnanlı gazeteci
TT

Selman Rüşdi’nin bıçaklanma olayının bize anlattıkları

Hint asıllı Britanyalı yazar ve romancı Selman Ruşdiye yönelik düzenlenen saldırı bizi tekrar, Amerikan liberal politik yaklaşımının, ‘Sünni’, ‘Şii’ teröristler arasındaki ayrımcılığı ve çifte standartlı yaklaşımıyla karşı karşıya bırakıyor. Rüşdi, geçen hafta New York’ta katıldığı bir etkinlikte Hadi Matar isimli adamın bıçaklı saldırısına uğradı. Şii Hadi Matar’ın Devrim Muhafızları Ordusu ile bağlantısı olup olmadığı şu anda önemli değildir. (ABD güvenlik servisleri bazı medya kuruluşlarına bu yönde iddialar sızdırdı). ‘Şeytan Ayetleri’nin’ yazarı Rüşdi’ye saldırı talimatı Matar’a yazılı olarak mı sözlü olarak mı verildi ya da bu genç dini inanışı gereği Humeyni’nin 1989’daki ‘ölüm fetvasını’ kendiliğinden mi uygulamak istedi bilemiyoruz. Bu tür soruşturmaları yargıya bırakmak, İran Devrim Muhafızları'nın olaya karıştığına dair hiçbir kanıt bulunmadığını söyleyen masumiyet karinesinin siyasallaşmasını engellemek için gereklidir. 
Buradaki mesele, İran rejiminin saldırganlıkta bilfiil bir rol üstlenip üstlenmemesinin ötesinde olup, Humeyni’nin Rüşdi’nin öldürülmesi için fetva vermesine kadar uzanır ve İran rejiminin dünya üzerindeki sorunlu konumunu yeniden ön plana çıkarır. Böylesi bir ölüm fetvası vermek sadece insan özgürlüğüne bir saldırı değil aynı zamanda uluslararası sisteme de bir saldırı anlamına gelir. Yani İran’ın en etkili şahsiyeti, devrim ihraç etmek gibi suikast ihraç edilebileceğini de kararlaştırmıştır.  
Bu, bizi, ideolojik düşmanlarına karşı bir çatışma malzemesi olarak ‘uluslararası suç ilmine’ istinat eden ve farklı araçları kullanmaktan çekinmeyen bir yapı olarak İran rejiminin doğasıyla baş başa bırakıyor. İran rejiminin bu araçlarından biri de kimlik bunalımı yaşayan Batı'da ikamet eden yeni nesil potansiyel teröristlerin profesyonelce sömürülmesidir. Hadi Matar’ın annesi, oğlunun Şiiliği tanıtmadığı ve dindar biri olarak yetiştirmediği için kendisini suçladığını söylemişti.  
Bu nedenle, herhangi bir suç olayının arkasında hep bireysel saiklerin aranması sakıncalıdır. Rüşdi’ye suikast girişimi ya da Refik Hariri’nin öldürülmesinde (fetva olmadan öldürülemezdi) Devrim Muhafızları veya Kudüs Gücü ya da diğerlerinin rolünü peşinen yok saymak, her defasında İran’ın tuzağına düşmek anlamına gelir. Nitekim İran rejimi, hukukun sonuçlarından korunmak için dikkatli bir şekilde hareket etmeye özen göstermektedir. İran,‘Humeyni Devrimi’ uyarınca, kendine has fıkhi hukuku ve ilham dünyasında hareket eder. Bu da olayların sonuçlarını değerlendirirken normal hukuk kuralları uyarınca hareket eden devletlerde bir kafa karışıklığına neden olur. Yani Hadi Matar’ın Humeyni’nin fetvasından esinlenmesi ya da bu saikle hareket etmesi, yeterli kanıt olmadığından, Humeyni ya da İran rejiminin sorumlu tutulmasını ve katle iştirakten suçlu bulunmasını mümkün kılmaz. Bununla birlikte, bu ve benzeri olaylardaki ikinci derece kanıtlar ya da karineler, İran'ın doğrudan sorumluluğu hakkında sağlam bir siyasi görüş oluşturmak için yeterlidir. 
Birincisi: Vanguard of the Imam (İmamın Öncüsü) kitabının yazarı genç İranlı-Amerikalı tarihçi Afshon Ostovar'ın belirttiği üzere, İran Devrim Muhafızları ‘Son derece profesyonel ve hiyerarşik bir örgüttür ve doğrudan Mürşid’den (Hamaney) talimat alır. Bu da şu anlama gelir: “İran dışındaki herhangi bir operasyondan önce en üst düzeyden bir onay gerekir. Devrim Muhafızları’nın eylemleri İran'ın eylemleri demektir. Bu gibi suikastlar, Devrim Muhafızları üyelerinin kişisel hedeflerine ulaşmak için girişebilecekleri operasyon türleri değildir. Suikast, ciddi bir iştir ve rejim yurtdışında kendisine zarar veren kişileri bu şekilde tasfiye eder.’’ Rüşdi, kendisi hakkında ölüm fetvası verilen tek kişi değil. Japon çevirmen Hitoshi Igarashi 1991’de, ‘Şeytan Ayetleri’ kitabını çevirdiği için öldürüldü. Kitabın İtalyan çevirmeni ise öldürülmekten kıl payı kurtuldu. Kitabın Norveççesini basan yayıncı ise 1993’te üç kurşunun hedefi oldu ve şans eseri hayatta kaldı. Tüm bunlar söz konusu fetvanın nasıl etkili olduğunu ve tenfizi için kararlı bir duruş sergilendiğini gösteriyor.  
İkincisi, bıçaklama olayı gerçekleşmeden önce İran yönetiminin böylesi bir niyeti olduğuna dair emareler bulunmaktaydı. Nitekim olaydan yaklaşık bir yıl önce, Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı İsmail Kaani, eski ABD Başkanı Donald Trump ve Dışişleri Bakanı Mike Pompeo'ya, nasıl bir hayat sürecekleriyle ilgili İngiliz-Hintli yazarın kaderine ‘ibretlik bir örnek olarak bakmalarını’ tavsiye etmişti. Kaani, ‘Kasım Süleymani suikastından sorumlu olanların yenilgisi şimdiden başladı.’’ demişti. Dolayısıyla Washington’dan intikam almak isteyen İran devletinin amaçları ile ‘yalnız bir kurt’ olarak lanse ettirilmek istenen Hadi Matar’ın amaçları örtüşüyor. Bu durum ise Amerikan medyasında siyasi nedenlerle görmezden geliniyor.  
Üçüncüsü, İran medyası ve medya dışı araçları olayı görmezden gelmedi ve İran medyasında söz konusu olay kutlama havasında servis edildi. Daha önce Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, ‘Mürşid’in fetvalarınının uygulanması gerektiği’ yönünde çağrılar yapmıştı. Tesadüfe bakın ki bu fetvayı uygulayan kişi Lübnan asıllı bir dindar şahsiyetti.!  
Devrim Muhafızları subayı Hasan Seyyad Hudayi’nin Tahran’da öldürülmesinin ardından İran, MOSSAD’ı suikastın arkasında olmakla suçladı ve intikam tehditlerinde bulundu. Bunun üzerine dönemin İsrail Başbakanı Naftali Bennett, İran rejiminin, onlarca yıldır İsrail'e ve bölgeye yönelik vekilleri aracılığıyla terör uyguladığını, ancak ahtapotun başı olan İran rejiminin hedef alınması gerektiğini söyledi. Bennett, teröristleri destekleyenlerin dokunulmazlık dönemlerinin bittiğini ve terörü finanse edenlerin ağır bir bedel ödeyeceklerini vurguladı. Bu, 1979'dan bu yana İran'a yönelik siyasi tutumdaki en önemli gelişme olabilir. Ancak İran’ın en önemli dokunulmazlığı, bir terör örgütü gibi hareket etmesine rağmen devlet kimliğine bürünüyor olmasından kaynaklanmaktadır. Salman Rüşdi olayı, Humeyni rejiminin davranış biçimini anlamak için bir alarm zili mesabesindedir.