Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Kusurlu zihinlere dayalı yargı: Akıl ve din

Dine ve hayata ilişkin işlerimizi ve durumlarımızı sonuçları günden güne kişiden kişiye değişen bir akla nasıl emanet ederiz?
Ölçüt hangi akıldır?
Fakihin mi? Filozofun mu? Politikacının mı? Doktorun mu? Yoksa sıradan insanların mı?
Görüşlerin ve tutumların birliğini gerektiren büyük ve önemli hususlarda görüşler çatışıyorsa nasıl hareket edilmelidir?
Bu tepkiler, aklın kanun koymada ve hüküm vermedeki rolüne karşı çıkanlar arasında en yaygın olanlarıdır. Gerçek şu ki, kendi içinde doğrudur fakat delillendirmeye gelmez. Diğer bir değişle akıl kendini eleştirmeyi bırakmaz, bugün bir kanaati benimseyip yarın onunla çelişebilir. Aynı zamanda kimi zaman insanlar aynı konu hakkında düşünür veya aynı kanıtları kullanır, ancak farklı sonuçlara varır. Bu, dinî hükümlerde ve genel kanunlarda var olması öngörülen birliğe ve istikrara aykırıdır.
Hukukun istikrarı ve ona bağlılığın veya ihlalinin sonuçlarının önceden bilinebilirliği, adaletin önemli bir gereğidir. Bu durum zikredilen zayıf veya marjinal olmadığını göstermektedir. Tüm bilge ve aklı başında insanların tutumu bu yöndedir. Bununla birlikte aklın ve bilimin hukuktaki rolü inkar edilemez.
Bunu iki aşamada açığa kavuşturabiliriz.
İlkini ortaya koyan şu sorudur: Akıl ve bilim herhangi bir eylemin iyilik veya kötülüğünü belirleyebilir mi? Bu başlı başına yeterli, asli ve kurucu bir sorudur. İddia edilenin uzun veya kısa vadeli, sabit veya değişken olup olmadığına bakılmadan ilkesel olarak kabul veya reddedilmelidir.
İkinci aşamada ise karşımıza şu soru çıkar: Aklın ve bilimin eylemlerde iyiyi ve kötüyü ortaya çıkarabileceği varsayımını kabul edersek, bu kanaati insanların hakkındaki uzlaşmazlığından ve değişime bağlı olmasından kurtararak sabit bir fikir birliğine dayandıracak olan nedir? Nitekim dini bir hüküm ve kanun için sağlam bir temel ancak bu şekilde oluşturulabilir.
Daha önce, aklın ve bilimin rolüne karşı çıkanları tutumlarını değiştirmeye ikna etmenin hiçbir yolu olmadığını söylemiştim. Yapabileceğimiz en fazla şey, kısıtlamalar ve endişeler olmadan, onları bilim, akıl ve gelenekle olan ilişkileri üzerinde düşünmeye davet etmektir.
Şimdilik, ilk aşamayı, yani akıl ve bilimin iyilikleri ve kötülükleri ortaya çıkarma yeteneğini kabul ettiklerini varsayalım. Bu durumda itirazları ikinci aşamaya, yani dinî bir hükmün aklın ve bilimin verdiği bir yargıya dayanmasına yönelik olacaktır.
Çeşitli alanlardaki bilim insanları, meseleleri inceler ve sonuçlara ulaşırlar. Ulaşılan bu sonuca, bilimsel görüş veya bilimsel fetva diyelim. Daha sonra bu görüşler ve fetvalar yetkiliye sunulur. Burada yetkili, kanun veya dini hüküm koyma yetkisi bulunan kişi veya kurumdur. Hakim, şura meclisi, parlamento, fakih ya da müftü olabilir. Başka bir deyişle, bir fakih, hukukçu ya da bir ekonomist, mühendis, hekim veya başkaları tarafından bilimsel bir görüş ortaya konulabilir ve bu saygın bir bilimsel görüş olarak kabul edilebilir. Ancak kimseyi bağlamaz. Şayet yetkili bir makam sahibi bunu tercih ederse artık insanlar için bağlayıcı bir görüşe dönüşecektir. Böylece kabul edilen bir görüş makul bir süre için sabit kalacak, hakimin veya devlet başkanının kanaati değişse de sabit kalacaktır.
Uygulama aşamasına geçilen hükmün veya kanunun değiştirilmesi, şahsi bir bilimsek görüşün genel bir yargıya dönüşürken geçirdiği aynı usullere tabi olacaktır.