Milletlerin hafızasında diğer tarihlerden farklı olarak etkileyen, değiştiren, dengeleri bozan ve hatta hala kanayan yaralar bırakan tarihler vardır. 11 Eylül 2001, ABD için en karanlık ve ezici tarihlerden biridir. Washington'un zihni bu tarihten sonra artık eskisi gibi değildi ve bugünden sonra her şey değişti: Taktikler, yurtiçi ve yurtdışındaki stratejileri değişti. Dünya haritaları bu felaketin faturalarını paylaştı ve ABD tarihindeki en büyük kayıplar verildi. Fakat asıl darbe verilen kayıp ve hasarların sayısında değil, bilakis Beyaz Saray'ın çehresinin dağılmasındaydı. Süper gücün pervazları dağıldı, güvenilirliği sarsıldı ve en büyük devletlerin istihbaratları onu El Kaide’nin planlarından korumayı başaramadı. Washington tarihin önünde intikam almayı düşündü. Karar, bedeli ne olursa olsun zorunluydu. Böylece El Kaide ve Taliban zaman sınırı olmaksızın büyük bir hedef haline geldi.
George W. Bush şanslı değildi, CIA’nın ülkesine terörizmin girmesini beklemiyordu. Fakat bu şok dalgası beklenmedik olanı gerçekleştirdi. “11 Eylül Anıtı”, Beyaz Saray'ın stratejik seyrini değiştiren bu felaketi Amerikan halkının hafızasından silmedi. Washington'un gururu onu hızla misilleme yapmaya sevk etti. 2001'de Afganistan'a, ardından 2003'te Irak'a savaş açtı ve aradan geçen süre içinde Başkan Bush, tek taraflı hegemonya saplantısının ve dünyanın efendisi olma unvanının peşinden gitti. Washington'un çehresini tekrar o eski parlak haline döndürmek adına başlatılan siyasi parlatıcı arayışı Beyaz Saray sakinlerinin ilk görevi haline geldi. Güç duygusu ihracının gerçeğe dönüştürülmesi gerekiyordu. Amerikan güçleri 20 yıl Afganistan'ın başkenti Kabil'de kaldı. İnsani ve ekonomik kayıp faturaları kabardı. Irak'taki ABD’li bilirkişiler kendi görevlerini iyi biliyorlardı. Vizyonlarını, “Kaos, Parçalama ve Sabotaj” başlığı altında yazdılar.
19 Mart 2003'te Irak'a savaş ilan ettiği konuşmasında Bush'un ağzından tedavi reçetesi sunuldu ve Saddam Hüseyin rejimi düştü. Oyun devasaydı, ki hala de öyledir. Demokrasi diye nitelenen dürtülerle ve terörle mücadele bahanesiyle ulusal devlet yıkıldı. Aslında bu tür bir savaş ve ülke işlerine müdahaleydi. Terör yaratmanın en önemli yolu da budur. ABD'nin işgali ve ordusunun ve istihbarat teşkilatının dağıtılmasıyla birlikte Irak, terör örgütlerinin hedefi haline geldi. Terör Irak sınırlarını aşarak Suriye topraklarına kadar uzandı. Sonrasında Suriye ve Irak'ta “DEAŞ”, Afganistan'da ise ““Horasan Eyalet” gibi grupları tanımaya başladık. George W. Bush, Barack Obama, Donald Trump ve Joe Biden aracılığıyla ABD, 11 Eylül 2001'den bu yana bize terörle mücadelede çeşitli stratejiler ve araçlar ihraç etti. Bu isimlerden her biri kendine has damgasını vurdu. Bush doğrudan işgalin yanında yer aldı ve bu yüzden binlerce askerle Kabil ve Bağdat'a girdi. İnsani ve ekonomik kayıplar olacağını biliyordu, fakat ABD’nin süper güç imajını tekrar kazanmak istiyordu.
Obama ise farklı bir yol izledi. Bir dizi nedenden ötürü Tora Bora ve Mezopotamya çöllerinden çekilmeyi tercih etti. Bunların başında da maddi ve insani kayıpları azaltmaya yönelik hesapları geliyordu. Çünkü ABD’li askerlerin tabutları kâbusuyla uyuyup uyanıyordu. Obama'nın farklı vizyonu, Mayıs 2011'de El Kaide lideri Usame bin Ladin'i tasfiye etmesini sağladı. İşte burada resmin değişmeye başladı. El Kaide'nin başı düştü, Beyaz Saray sakini nefesini tutmaya başladı ve Washington, intikam yolunda dikkatle yürüdü. Ardından farklı bir vizyona sahip olan Trump geldi. Öncelikle Amerikan çıkarları ve kendini koruma düşüncesiyle hareket etti. Hızlı savaş ve kararlı tasfiye sistemini benimseyen bir strateji benimsedi. Kısa zamanda DEAŞ lideri Ebubekir el-Bağdadi'yi öldürmeyi başardı ve örgütün 2019'daki çöküşüne katkıda bulundu.
Biden’e gelince, faturaların çokça kabarmasının ardından silahlı güçlerin Afganistan ve Irak'tan nihai olarak geri çekilmesi felsefesini benimsedi. Son yirmi yılda ve 11 Eylül olaylarından beri zararların boyutu yaklaşık 4 trilyon doları bulmuştu. ABD ekonomisi artık bunu kaldıramazdı. Biden kararını verdi. Önce DEAŞ’ın Suriye'nin kuzeyindeki lideri Mahir el-Agal’ın, ardından 11 Eylül olayları sırasında el-Kaide’nin ikinci adamı olan Eymen el-Zevahiri'nin öldürülmesini emretti.
Burada bir olayla ve dört Amerikan başkanıyla karşı karşıyayız. Bu süreçte dünyanın en büyük terör örgütlerinin önde gelen başları düştü. Ancak 11 Eylül’ün 21’inci yıldönümünde şu soruyu soruyoruz: Son yirmi yılda ABD terörle mi yoksa teröristlerle mi savaştı? Göstergeler öncelikle terör örgütlerinin liderlerinin hedef alındığını gösteriyor. Bazı bölgelerde ve zaman içerisindeki dönüşümler, ABD'nin aynı fikri bazen manevra, bazen savaş, çoğu zaman da ideolojik fetih için kullandığını doğrulamaktadır. Yapılan araştırmalara göre, ABD’nin terörle mücadele felsefesi siyaset ve istihbarat kullanımıyla ile yakından ilgilidir. Şayet teröre karşı yürütülen savaş yirmi yıl sürdüyse bu söz kendi aleyhine döner. Özellikle ABD’nin terörle mücadele bahanesiyle Irak ve Afganistan'ı işgal etmesinden bu yana geçen yirmi yılın ardından artık bu savaşın daha farklı bir gündem tarafından sürdüğünden eminiz. Yolda örgütlerden birinin liderinin öldürülmesine tanık olabiliriz. Bu Amerikan ve uluslararası siyaset literatüründe de amaçlanmaktadır. Burada dikkatleri çeken bir diğer husus seçmeciliktir. Çünkü Afrika, Doğu Asya ve Kafkaslar gibi bazı bölgelerdeki terör örgütleri kasten unutulmuş, savaş sadece Suriye ve Irak ile sınırlanmıştır.
11 Eylül saldırılarının yıldönümü münasebetiyle burada verilen mesaj, terörizmin küresel ulusal güvenliği tehdit etmeye devam ettiği ve bu nedenle son yirmi yıldaki yaklaşımlardan farklı yeni bir yaklaşımın benimsenmesi gerektiğidir.
TT
11 Eylül: Teröre karşı savaş mı, yoksa teröristlere mi?
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة