Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Ölümcül kimliklerin yürüyüşü

Bireysel kimlik ve bireyselliğin kolektif karşılığı hakkında düşünmek yeni bir şey değil.
İslam da dahil olmak üzere birçok milletin kadim mirasında bu karşılık çeşitli şekillerde ifade edilmiş, kimliğin bazı sorunları ele alınmıştır. Fakat derinlikli ve uzmanlık düzeyindeki çalışmalar yirminci yüzyılın ikinci yarısına uzanmaktadır.
Kimlik meselesi söz konusu olduğunda, alanın çerçevesini çizdiklerini düşündüğüm üç düşünür aklıma geliyor.
Bugün ikisinden bahsedeceğim ve üçüncü isim Benedict Anderson'ı başka bir yazıya bırakacağım.
İlk isim bireysel kimliğin psikolojik çerçevede araştırılmasının bilimsel temellerini attığına inanan ve bu kimliğin oluşum yollarını ve onu etkileyen faktörleri belirleyen psikolog Eric Erikson'dur.
Almanya, Danimarka ve ABD arasında mekik dokuyan Erik Erikson kişisel yaşamını, çevreden farklı bir kişinin kimlik dönüşümlerini incelemek üzere materyal olarak kullandı (Protestanlar arasında Yahudi/dindarlar arasında laik).
Bir kişinin zihniyetinin ve dünya görüşünün çevreyle olan etkileşimiyle nasıl şekillendiğini, çevresindeki insanların iradelerinden nasıl etkilendiğini, onları nasıl ifade ettiğini ve kimsenin açıklamayacağı ancak günlük ilişkilerde çok açık olan bu iradelere nasıl tepki verdiğini araştırdı.
İkinci isim, iç savaştan kaçarak Fransa'ya göç eden Lübnanlı yazar Amin Maalouf.
Maalouf aralarında yer aldığı insanların durumlarını ve koşullarını hayal ederek, onların gözlerindeki ve zihinlerindeki hayatın anlamını fark ederek farklılıkları uzlaştırmaya çalıştı. Maalouf, kitabına “Ölümcül Kimlikler” adını verdi. Bu, hacmi küçük fakat çok önemli bir mesajdır ve hatta kendi alanında nadir olduğunu söyleyebilirim. Onun etkileyici analitik yeteneklerini açığa çıkaran en belirgin unsurlar, sıradan kimliklerin katı kimliklere dönüşümünü ve sonra çeşitlilik ve sıradan farklılığın tezahürü olmaktan çıkarak kendini koruma ve başkalarıyla çatışmak için bir barikata dönüşmesini açıklamasıdır.
Maalouf'un tasvirine göre, mezhep liderlerinin, topluluğun özgünlüğünü vurgulayarak, mezhep farklılıklarını siyasi ve sosyal sınırlara dönüştürmedeki başarıları olmasaydı mezhep savaşları mümkün olmazdı. Bu liderler topluluğun haklarının hatırlanmasında abartıya kaçar ve hakların başkaları tarafından gasp edildiğini vurgularlar. Kimliğin bu şekilde katılaşması, bireyin tehdit altında olduğunu hissettiği bağlılığı aracılığıyla kendisiyle yeniden tanışmasıyla başlar. Tehdit altında olan aşiret aidiyeti ise katılaşacak ve diğer tüm kimliklerle rekabete girecek olan kimlik de aşiret mensubiyetidir. Şayet bu meydan okuma ve tehdit, dini, mezhepsel, ulusal veya etnik aidiyete yönelikse, hakim bir kimliğe dönüşene dek katılaşacak olan kimlik bu aidiyet olacaktır.
Bu tasvire göre, bir meydan okuma somut tesirleri bulunan gerçek bir tehlikeye dönüştüğünde ölümcül bir kimlik doğar. Burada kimlik savunusu, varoluş savunmasına dönüşür. Artık kendini yüceltmeye odaklanan, diğer tarafı küçük gören ve onun erdemlerini inkar eden yeni bir bağlam oluşur. Böylece fiziksel veya sözlü şiddetle onunla yüzleşmek, meşru veya ahlaki olarak kabul edilebilir bir eyleme dönüşür. Aslında çoğu şiddetli çatışma şu şekilde meşrulaştırılır: Toplumu tehdit eden tehlike imajı abartılı bir şekilde lanse edilir ve ulusal, dini ve hatta edebi ve kültürel semboller kullanılarak toplum üyeleri, şahıslarının ve ailelerinin hedef alındığına ikna edilmeye çalışılır. Çatışmada kullanılan literatüre bakarsanız, kendini abartmaya, dış tehlikeyi abartmaya, karşı tarafı küçük düşürmeye ve saldırganlığı haklı çıkarmaya odaklandığını göreceksiniz. İşte bu basit bir şekilde ölümcül kimliklerin yürüyüşüdür.