Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

Kim sömürgeci değil ki?

Baştan belirtmekte fayda görüyorum, bu yazı bir monarşi aklama, bir kraliçe övgüsü, bir Batı güzellemesi yazısı değildir. Yazı sadece aynayı kendimize tutmayı öneren bir yazıdır. Şu açıklamayı girizgahta yapıyor olmak, yapmak zorunda kalmak bile aslında problemlerin hep karşıdan değil bizden de kaynaklandığını göstermektedir.
İngiltere’nin kraliçesi vefat etti, İngiltere başta olmak üzere tüm dünyanın gündeminde bu vardı. Kraliçe’nin çok uzun süre tahtta kalması, bu uzun tahtta kalma sürecinde tarihin kendisine şahit olmak dışında tarihin akışına etki etmesi nedeniyle vefatı sonrası eleştiri oklarının da hedefi oldu. Önemli mi? Belki II. Elizabet için değil ama geri kalan için önemli, çünkü…
Öncelikle monarşi karşıtı cumhuriyet taraftarları, demokrasi ve saltanat ayrımının gerekliliğine inananlar, kapitalist bir sistem karşısında Marksist ideolojileri savunanlar, sömürgeciliğe karşı eşitliğe dayalı bir sistemi destekleyenler için monarşinin, sömürgeciliğin, kapitalizmin, saltanatın vücut bulmuş hali İngiltere kraliçesine veda ederken birkaç okkalı laf etmek deşarj olma ihtiyacını karşıladığı için önemliydi ve zaten kaçınılmazdı ve kaçınılmaz olanla da yüzleştik.
Peki, hangimiz sömürgeci, kapitalist, kendi hükmünü sürmek isteyenlerden değiliz?
İktidar ilişkileri her yerdedir ve aynı zamanda yöneten-yönetilen arasındaki ilişki bir çeşit itaat kültürü de oluşturur. İktidar ilişkileri, hayata gözlerinizi açtığınız anda başlar ve her yerdedir ancak siyaset sosyolojisi özelinde ele alırsak, iktidar ilişkilerinin ortaya çıkmasını sağlayan toplumsal süreçlere bakmamız gerekir. Elbette bu tek bir doğrultuda, tek bir etki nedeniyle, tek taraflı işleyen bir süreç değildir. Siyaset, toplumu; toplum da siyaseti etkileyerek inşa eder.
Evet, asırlardır Afrika’dan Orta Doğu’ya birçok ülkeyi sömürmüş, Hint Alt Kıtası’nın canına okumuş, kardeşi kardeşe kırdırmış, bugün bile devam sorunların müsebbibi olmuş İngiltere’nin dünyaya armağan ettiği acıları görmezden gelmek mümkün değil ancak hangimiz İngiltere’den daha az kötüyüz? Hangimiz, iktidar ilişkileri silsilesi içinde yöneten sınıf olmak istemiyoruz?
Kendi halkını madden sömürmek, herhangi bir ırka ait olmayı bir üstünlük sebebi sanmak… bunlar çeşit çeşit sömürgecilikler değil mi? Ya da kendinize ait bir eviniz olduğunu düşünün, herhangi biri gelince buyurun paylaşalım mı diyoruz? Elbette hayır, özel mülkiyet hakkımız olduğunu içselleştireli çok oldu ve ustaca gelen nesillere aktarımını da sağladık.
Seçimle gelen iktidarların, onları seçen kişilerin hizmetkarı olduğunu mu sanıyorsunuz? Siyasi iktidarlar, bir diğer deyişle yönetici elit, yani seçilmişler… böyle bir sistemde eylemlerin oluşturucusu ve taşıyıcısıdır yani öznedir. Oysa siyasetin öznesi, en azından demokrasilerde, vatandaşlar olmalıdır ancak sistem sağlam değil ve sürekli yöneticiler elinde değişiyorsa bu kez vatandaşlar siyasetin öznesi gibi gösterilir ama tamamıyla siyasetin nesnesi haline getirilmişlerdir. Bu tip bir durumda, nesne olmanın birinci problemi, sürekli yönetilen olmaktan kaynaklanan içselleştirilmiş bir itaat kültürüne bürünmüş olmak, ikinci olarak ise şu durumda dahi toplumun, vatandaşların halen kendilerini özne sanmalarıdır. Dolayısıyla, geçmişe gitmeye gerek yok, monarşilere aklımıza geleni söylemekten elbette çekinmeyeceğiz ama demokrasilerde de işin işleyişinin çok farklı olmadığını maalesef görüyoruz.
Yazdıklarımdan, kötülüğün kanıksandığı sonucunun çıkmasını istemem ya da kapitalist Batılı sistemlerin övüldüğünü, başarılı olduklarını da iddia etmiyorum. Sadece “insan” gerçeğine vurgu yapıyorum. Kime neye inanırsanız inanın; Kuran-ı Kerim de, Machiavelli de bunu söylüyor; insan bencildir. Dolayısıyla, Batılı kapitalist sistemler, başarılı ve ideal olduğu için değil hitap ettikleri insan yapısına, hırslarına uygun davrandıkları için “başarılı oldular” ve bu yüzden de halen hüküm sürüyorlar.
Sürüyorlar ama sırmalarının döküldüğü yerler de var; Batı’da bir elitizm, köklü olma imajı taşıyan monarşi, Doğu’ya döndüğünüzde yerilmesi gereken bir despotizm, diktatörlük olarak tanımlanıyor… Zaten sömürgeciliğe lanetler okumaya da buradan başlıyoruz yoksa hepimiz insanlık tarihinin sömürmeye ve sömürülmeye hazır iki kesim arasındaki ilişki üzerinde yaşandığını gayet iyi biliyoruz.
Şuraya varacağım; Eğer gerçekten güçlü bir devlet yapınız varsa, gelip geçici olan iktidarların varlığı ya da yokluğu, monarşi ile ya da cumhuriyet ile yönetilmeniz herhangi bir istikrarsızlık doğurmaz. Sistem, tüm kurumlarıyla kendi varlığını devam ettirir. Ancak kırılgan, güçsüz, derme çatma inşa edilmiş bir yapınız varsa böyle bir durumda, devlet yapısını oluşturan asli kurumlar, asli unsur olarak kalmaları gerekirken sürekli bir dönüşüme tabi tutulurlar.
İşte tam da bu noktada, II. Elizabeth’ten başlayarak, sömürgeciliği hedef alıyoruz zira kendileri için oluşturdukları sistemi ideal olarak pazarlıyorlar ama sizin o sistemin sahibi olmanızı istemedikleri gibi size de defolu olanını satıyorlar. Sömürenler ve sömürülenler arasındaki iktidar ilişkileri, sokaktaki iki sıradan insandan başlayarak Doğu ve Batı arasındaki çok uzun soluklu ve geniş ölçekli ilişkiye kadar sömürme ve sömürülme üzerinden inşa ediliyor.
İşte bu yüzden 93 yaşında hayatını kaybetmiş bir kadın üzerinden ufak çapta da olsa yeni bir gerilim cephesini kolayca açabiliyoruz. Ve o cephede kaldıkça, sömürülenler olmaktan, canlı bomba olmaya kadar sürekli kaybetmişlik psikolojisi içerisinde çürüyoruz. Oklar karşı kıyıdan gelse de, biz kendi içimizde meydan muharebesi veriyoruz.
Tarih, biz ve öteki arasındaki iktidar ilişkilerinden başka bir şey değil. Öteki, bizi sömürdüğü için kötü; biz, ötekinin kötülüğüne karşı vereceğimiz savaşı onunla karşılaşarak değil, kendi coğrafyamızda kendimize karşı verdiğimiz için kötüyüz. İngiltere, Ruanda’ya kötü muamele göreceğini bile bile mültecileri geldiklerinden daha güvenli bir gemiyle gönderdiği için; biz Ruanda’ya gelen kendi vatandaşlarımıza kötü muamele ettiğimiz için kötüyüz. Birbirimizden farkımız olmayan nokta tam olarak burası oluyor ve bunu anlıyorum ama şu farkı anlamıyorum: Ötekinin bize açtığı savaşta, ona karşı kendimizi savunmak yerine neden kendi insan sermayemizi etine kemiğine kadar tükettiğimizi anlamıyorum. Siz anlıyor musunuz?