Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Ulusal Gün: Bir sonraki adımı düşünmek

Bu hafta, bir zamanlar dağınık bölgeler ve çatışan emirliklerden oluşan ülkenin birleşmesinin 90’ıncı yıldönümünü olan Suudi Arabistan Krallığı’nın Ulusal Günü’nü kutluyoruz. Allah halkına huzur, güvenlik ve samimiyet ihsan etsin. Bu gibi durumlarda insanlar ülkelerinin güzelliklerini hatırlar ve geleceklerine giden yolu düşünürler. Neyse ki ülkemiz -uzun bir mücadeleden sonra- karar verdi ve modernite yoluna girdi. Bu güzel ağacın meyvelerini gördük, gelecek günlerde daha da artmasını diliyoruz. Büyük dönüşümlerin beraberinde yeni zorluklar getirdiğini ve gizli kusurları ortaya çıkardığını biliyoruz. Bazılarına geçtiğimiz yıllarda tanık olduk. Ancak adalet, bu yılların barış ve esenlik içinde geçtiğini söylemeyi gerektirir. Böylece daha sonra bakan kişi her şeyin hep böyle olduğunu düşünür.
Bugünü kutlarken, bir sonraki aşamaya, ona giden yola ve beraberinde getirdiği görevlere göz atmak önemlidir. Bu mesele her ne kadar doğrudan ilişkili olmasa da her zaman ve özellikle bu vesileyle gündeme getirilmeyi hak ediyor. Kamusal özgürlüklerin benimsenmesi, modernleşme sürecinin vazgeçilmez bir parçasıdır. Modernleşme tercihimiz, en belirgin özelliği “ulus devlet” olan modern devletlerin saflarına katılmak istemesi anlamına gelmektedir. Ulus devlet, basitçe devlet idaresinin ve onu takip eden diğer kurumların, yani kamu sektörü adı altındaki her şeyin vatandaşlara hizmet etmek üzere var olduğu anlamına gelir. Modern devlette halk, devletin her fiilinin odağı, amacı ve aracıdır. Modern devlette vatandaş, ülke toprağının mülkiyetinde ortak olmasının yanında bu topraktan, toprağı imar etmekten, ona ve sakinlerine zarar vermemekten sorumludur.
Toprakların mülkiyeti, vatandaşın devredilemez haklarının kaynağıdır. Her hakkın bir ödevi de beraberinde gerektirdiğini elbette biliyoruz. Görev ve mükellefiyetlerle eşleşmeyen hiçbir hak yoktur. Ancak siyaset ve hukuk dünyasında hakların görevlerden önce geldiği vurgulanmalıdır. Bizler, bireyi bir gruba tabi ve onun inançlarının bir uzantısı olarak gören bir kültürel-toplumsal yapı içinde uzun yıllar yaşadık. Bu yüzden toplumu ekonomi, bilim, teknoloji, eğitim ve aslında her şeyde yeni olan karşısında endişeli bulduk. Bu endişe daima bireysel özgürlükleri kısıtlama eğiliminde oldu.
Kıymetli okurlar muhtemelen o günlerde sabah okul kuyruğunda öğrencilerin saç uzunluğunu kontrol eden, makas tutan öğretmeni hatırlarlar. “Öğretmenin makası” bu günlerde artık mevcut değil, fakat çeşitli biçim ve şekillerde hala baskı var. Bunların hepsi de tek bir sonuca, bireylerin yaşamlarına ve özgürlüklerine keyfi müdahaleye yol açıyor. İnsanların yaşamlarına yönelik bu müdahalelerden kurtuluşun öncelikle bireysel özgürlükler çerçevesinde kültürel bir tedaviye ihtiyaç duyduğunu biliyorum. Bu kültürel terapinin zaman alması da anlaşılabilir bir durumdur. Ancak ilk adım, hukuki ve siyasi olmalıdır. Bunun özünü ise, bireysel ve sivil özgürlük ile yaşamdan zevk alma hakkının kabul edilmesi oluşturmaktadır. Herhangi bir siyasi topluluğun en büyük başarısının, bireyin değerini en üst düzeye çıkarmak, yani istediği hayat biçimini seçme hakkını korumak olduğuna inanıyorum.