Muhammed Ali Sekkaf
Yemenli yazar
TT

Araplar ve Üçüncü Dünya: Arabulucu veya geleceğin kutuplarından biri

Rusya-Ukrayna krizinin yeni uluslararası düzene duyulan ihtiyacı açıkça gösterdiği hususunda herkes, daha doğrusu çoğu kimse hemfikir. Diğer bir deyişle; İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki iki kutuplu sistemin veya Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonraki tek kutuplu sistemin artık kabul edilemez ve 21’inci yüzyıl için uygun olmadığı düşünülüyor. Bu, uluslararası arenanın üçüncü bir kutbun ortaya çıkmasına açık olduğu anlamına mı geliyor? Arap dünyasını tek başına ya da diğer üçüncü dünya ülkeleriyle ortaklaşa bir şekilde bu konumda düşünmek mümkün mü?
Tarihsel olarak, uluslararası ilişkilerde kutuplar arasında her zaman bir tür sirkülasyon söz konusu olmuştur. ABD’nin ortaya çıkışından önce Batı Avrupa'nın mutlak kontrolünden, Batı dünyası dışında Osmanlı İmparatorluğu ve Çin İmparatorluğu tarafından temsil edilen iki büyük kutbun sahneye çıkışına kadar böyle olmuştur. Son iki imparatorluk, kendilerinin Batı başkentlerinde diplomatik temsilcilerinin bulunmasını kabul etmedi. Bu, Batı ülkelerinin imparatorluk temsilcilerini benimsemesi gerektiği esasına dayanıyordu. Batı'nın kendilerine yapılan bu hakaretlerden nasıl intikam aldığını sonraki süreçte gördük. Çin’i afyona boğdu ve Hong Kong ve Makao bölgesini ise topraklarından kopardı. Ayrıca Birinci Dünya Savaşı'ndaki yenilgisinden sonra Sykes-Picot Anlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını paylaştı.
Birleşmiş Milletler (BM) 1945'te savaşta galip gelen ülkeler tarafından kuruldu ve bu nedenle gelişmekte olan devletlerin kuruluşun ilkeleri hakkında görüşlerini ortaya koyma fırsatı yoktu. Birleşmiş Milletler, bağımsız ülkelerin ihtiyaç ve isteklerini karşılayan tüzükler ve anlaşmalar yaptı. Sömürgecilikten siyasi olarak bağımsız olmak yeterli değildi, bunun bağımsız devletlerin gelişimi lehine ekonomik haklarla desteklenmesi gerekiyordu. Bu nedenle söz konusu ülkeler Birleşmiş Milletler Genel Kurulu aracılığıyla kararlar almaya başladılar. Bu süreç, az gelişmiş ülkelerin doğal zenginlikleri ve kaynakları üzerindeki tasarruf haklarını tanıyan 1952 tarihli ve 523 sayılı kararla başlayıp 1962 tarihli ve 1803 sayılı “Doğal Kaynaklar Üzerinde Daimi Egemenlik” başlığı taşıyan kararla devam etti. Bu karar, Bağlantısızlar Hareketi'nin 1973 Cezayir Konferansı'nda yeni bir uluslararası ekonomik düzen kurmanın öneminden hareketle bir girişim başlatmasına yardımcı oldu. Merhum Devlet Başkanı Huari Bumedyen açılış konuşmasında şu soruyu sordu:
“Halkların doğal zenginlikleri de dahil olmak üzere sahip oldukları doğal haklarından hareketle çağdaş dünyanın yeni gerçeklerini dikkate alarak uluslararası hukuk kurallarında düzenlemeler yapmanın zamanı gelmedi mi?”
Böylece yeni bir şey söylemekten ziyade Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararlarında ifade edilenleri teyit etmiş oldu. 
Ekim 1973 Savaşı’nda Arap ülkeleri, İsrail'i destekleyen sanayileşmiş ülkelere petrol ambargosu uygulayarak bu kararları somutlaştırdılar ve özellikle Körfez petrol üreticisi ülkeler düzeyinde petrol kaynakları üzerindeki egemenliklerini dayatarak bu fırsattan yararlandılar. Ayrıca Arap petrol üreticisi ülkelerin geri kalanıyla birlikte ve “OPEC” üyeleriyle anlaşarak petrol fiyatlarını belirlediler. Jeopolitik ve ekonomik nitelikteki bu kararlar aynı zamanda sanayileşmiş ülkelerin ekonomileri için büyük bir şok ve kriz anlamına geliyordu. Bu devletlerin başında ise “Avrupa Ortak Pazarı’nın” dokuz üyesi ve daha aşağı seviyede de ABD yer alıyordu. Ham petrolün varil fiyatı 2,5 dolardan 18 dolara çıkarıldı. O zamanlar petrol fiyatları bir Kaliforniya portakalının fiyatından düşük olduğu için -yazarlardan birinin deyimiyle- Avrupa ülkelerinin ekonomileri gelişmişti. Ancak petrol fiyatlarının değişmesinin ardından sanayileşmiş ülkelerde enflasyon ve işsizlik oranları yükseldi.
Burada petrol ambargosu ve fiyatlardaki artış kararlarının OPEC veya Arap Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OAPEC) tarafından değil, örgüt üyesi Arap petrol bakanları tarafından alındığı belirtilmelidir. Çünkü OAPEC'in kurulmasının amacı petrol kullanımının siyasallaştırılmasının önüne geçmekti. Doktora tezimin girişinde açıkladığım ve 1977'de Sorbonne'da tartıştığım şey de buydu. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra türünün ilk deneyimi olan Arap deneyiminden hareketle Rusya ve OPEC Plus'ın Ukrayna krizi anlaşmazlıklarında ne ölçüde fayda sağladığı konusunda bağımsız araştırmalar yapmak gerekebilir. İki deneyim arasındaki temel fark, Arap devletlerin boykot ve petrol ambargosunun iki aydan kısa sürmesidir. Batı ile Rusya arasındaki çatışmalar ise geçtiğimiz şubat ayında başladı ve halen devam ediyor. Batı’nın uyguladığı yaptırımlar ise bazı gözlemciler tarafından çok yönlü bir ekonomik savaş olarak görüldü. Bir diğer fark ise krizin başta ABD para birimi ve euro üzerindeki yansımalarıdır. Hepsinden de önemlisi Avrupa, 1970’li yılların ortalarına kıyasla Rus gazına yüzde 45, petrole ise daha düşük düzeyde bağımlı olduğunu gösterdi. Petrol ve gazda kendi kendine yeterli olan ABD, Rus enerji kaynaklarının yokluğunda Avrupalı müttefiklerinin petrol ve gaz açığının bir kısmını kapatmak için çalışıyor.
Arap deneyimi ile Rus deneyimini kıyasladığımızda ortaya çıkan bir durum daha var ki o da Avrupa’nın her iki olay karşısında tekrarlanan bölünmüşlüğüdür. Arap deneyiminde Fransa, o zamanlar küresel petrol ihracatının yüzde 21'ini elinde tutan Suudi Arabistan ile doğrudan ikili anlaşmalar yaparak petrol ihtiyacını karşılamaya devam etti. Ayrıca Henry Kissinger tarafından önerilen Uluslararası Enerji Ajansı’na katılmaya da karşı çıktı. Şimdi de özellikle Almanya gibi Rus gazına bağımlı ülkeler ile diğer ülkeler arasında bir bölünme yaşanıyor.
Avrupa ülkeleri, enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesi arayışı içinde, Arap Körfezi ülkelerine ve diğer Arap ülkelerine ziyaretlerini yoğunlaştırdı. Bu durum petrolün, kalkınma projelerinin finansmanında ve Arap devletlerinin elinde jeostratejik bir kaynak olarak önemini göstermekle birlikte Batı ülkeleri ve Rusya ile olan ilişkileri tanımlamada da belirleyici bir faktördür. OPEC geçmişte, Meksika ve Rusya gibi çatısı dışındaki Batılı ülkeleri petrol üretmekte ve ithal etmeye teşvik etmekte sorunlar yaşadı. “OPEC Plus”, yani “OPEC” ülkeleri artı Rusya gibi “sihirli bir çözümün” bulunması Suudi inisiyatifinden kaynaklanıyor. Bu, Rusya'nın petrol ve gazı bir “silah” olarak kullanması yoluyla uluslararası ilişkilerde yeni bir denge yarattı. Rusya bu ifadeyi kullanmayı reddetse de OPEC Plus, denklemin her iki tarafı için de kullanışlılığını ve uygulanabilirliğini kanıtlamıştır.
ABD Başkanı'nın Suudi Arabistan'a ve Mısır, Ürdün ve Irak'a yaptığı ziyaretin ve liderleriyle yaptığı görüşmelerin amaçlarından biri de Ortadoğu'dan ve Arap bölgesinden çekilmediğini ve ilgisinin devam ettiğini vurgulamaktı. Bu da Arap ülkelerinin güç unsurlarını iyi kullandıkları taktirde dünya kutupları arasında yükselebileceğini kanıtlıyor. Bu bağlamda, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin daimi üyeleri arasında bir veya iki sandalye elde edebilecek şekilde mevcut verilerden yararlanmak mümkündür. Allah'ın izniyle sonraki yazıda bu konuya değineceğiz.