Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Özgürlük anlayışında iki yaklaşım

Bizim toplumumuz gibi bir toplumda özgürlük hakkında herhangi bir konuşma, özgürlüğün her insanın insan olarak asli hakkı olduğunu hatırlatmayı gerektirir. Yani bir topluma üye olmadan, bir dine inanmadan veya bir kanuna tabi olmadan önce her insan bu asli hakka sahiptir. Ayrıca burada bir boşlukta konuşmadığımız unutulmamalıdır; yasalarla yönetilen, kendine saygı duyan bir toplumdaki özgürlük hakkında konuşuyoruz. O halde kastımız, yasaya karşı özgürlük değil; yasayla güvence altına alınan özgürlüktür. Peki apaçık olduğu halde bunu hatırlamaya ne gerek var?
Gerçekte “özgürlük” Müslüman toplumlarda değil, genel olarak geleneksel toplumlarda apaçık bilinen bir şeydir. Özgürlüğün yüce bir değer olması ve aklı başında insanların onun gerekliliği, insanın ve toplumun buna ihtiyacı hakkında hemfikir olması elbette anlaşılır bir şeydir. Çünkü özgürlük ilerlemenin ve gücün temel unsurlarından biridir. Bunların hepsi anlaşılabilir. Ancak toplumlarımızın özgürlüğü üstün bir değer olarak görmediğini ve ona temel ilkeler arasında yer vermediğini tereddütsüz iddia ediyorum. Özgürlüğün kesin anlamı olmadığını iddia ettiğinizde ya da özgürlük ile davranış bozukluğu veya ahlaki yozlaşmanın yayılması arasındaki bağlantıyı vurguladığınızda bunu açıkça ya da dolaylı olarak söylemiş olursunuz. Bu genellikle toplumun, bireylerin kendilerini alışılmadık bir şekilde ifade etme arzusunu engellediğinde görülür. Buradan özgürlük ile toplumun sınırlarına ve geleneklerine karşı isyan arasında organik bir bağ olduğu ortaya çıkar.
Toplumsal normun ifade ettiği süreklilik arzusu ile bireylerin bu normdan kurtulma girişimleri ile ortaya koydukları değişim iradesi arasındaki çatışma, özgürlük hakkında düşünmeye yönelik iki farklı yaklaşımı ortaya çıkarır. Bunlardan ilki muhafazakâr yaklaşımdır. Bunun temelinde, toplumsal düzenin asıl olduğu ve insanın mutluluğunun onu sürdürmeye bağlı olduğu önermesi yer alır. Bu yaklaşım, toplumsal normlara saygı, ortak kimlik ve kamu yararı gibi unsurlara irca edilebilir. Buna göre, bireyin topluma mensubiyetinden elde ettiği haklar vardır ve bu nedenle özgürlük de dahil olmak üzere bunlardan yararlanması sosyal gelenek veya toplumun iradesiyle çelişmemelidir.
Özgürlüğe yönelik bir diğer yaklaşım, liberal yaklaşımdır. Bu yaklaşım ise öncekine karşıt bir görüşten, yani ‘özgürlüğün insanın temel hakkı olduğu ve onun insanlığının ve akıl sahibi varlık oluşunun gereklerinden biri olduğu’ prensibinden hareket eder. Doğal durumunda insan mutlak anlamda özgürdü ama toplum içinde yaşama ihtiyacı onun sınırlandırılmasını gerektiriyordu ki toplumun tüm üyeleri bu özgürlükten istifade edebilsinler. Bu sınırlama, kuralın istisnası ya da orijinden bir sapmadır. Başlı başına bir ilkeye dönüşmemesi için sınırlamanın ihtiyaç ölçüsünde yapılması gerekmektedir.
Sınırlama olmaksızın kargaşa çıkacağı ve dolayısıyla bireysel özgürlüğün kısıtlanması gerektiği fikri ilk başta basit ve makul görünüyordu. Ancak çeşitli uygulamaları beklenmedik bir düğüme sebep oldu. John Stuart Mill, bireyler arasındaki ya da bireyler ile toplum normları ve çıkarları arasındaki irade çatışmasında bir ölçüt ihtiyacını fark eden ilk filozoflardandı. Böylece sonraları “Mill Prensibi” ya da “Zarar İlkesi” olarak bilinen bir kural belirledi.
Stuart, fiilleri ikiye ayırdı: İlki, dindarlık veya ateizm gibi tamamen özneyle ilgili olan fiillerdir ki, bunların sahibi dışında kimseye zararı yoktur. İkinci tür fiiller ise diğer din mensuplarına veya ten rengi farklı olanlara karşı nefret çağrısında bulunmak gibi başkalarına ciddi zarar veren eylemlerdir. Stuart, birinci durumda toplumun faile karşı caydırıcı önlemler almasının hiçbir gerekçesi olmadığını -eylemi toplumun normlarına veya iradesine aykırı olsa bile-, ikinci durumda ise bir saldırganlık biçimi olan “nefrete teşvikin” ifade özgürlüğü ile haklı gösterilemeyeceğini savundu.