Hazım Sağıye
TT

Lübnan ve Arap siyasi kültürü demokratlığındaki ölümcül kusurlar

Arap aydınlarının ellili ve altmışlı yıllardaki milliyetçi evrede Filistin Nekbe'si (Büyük Felaketi) onları ilgilendirmiyormuş gibi davrandıklarını hayal edin. Bu tür bir davranış, milliyetçi özelliklerinde ciddi bir kusur ve ulusal bir düşmanla iş birliği olarak değerlendirilebilirdi. Böyle bir şey olmadı ve o sıralarda hamasetin başarılara ağır bastığı aşırı milliyetçi bir şevk Arap milliyetçisi aydınlara hakim oldu.
Bugün Lübnan, aynı zamanda bir Arap büyük felaketi olan, özgürlük ve ilerlemenin pek çok kilometre taşını etkileyen bir büyük felaket yaşıyor. Ancak bu felaket Arap devrimlerinin daha önce özgürlük talepleriyle başlatmış oldukları bir çağda yaşanmasına rağmen, ne kendisinden ne de demokratik yönü dahil olmak üzere Arap siyasi kültürüne etkisinden neredeyse hiç bahsedilmiyor.
Dolayısıyla işin içinde bir paradoks var.
Pek çok kişinin içtenlikle Beyrut için kederlendiği, esefle başını salladığı ya da üzüntüsünü dile getirdiği doğru. Fakat bu olayın özgürlük için bir felaket olduğuna, bu felaketin boyutu ve anlamına dair derin bir tür farkındalık nadiren görülüyor. Elbette Lübnan ne toprak kaybı ne de yabancıların doğrudan işgalinden değil, aksine bunlardan daha tehlikeli bir şeyden muzdarip, o da çağdaş dünyaya açık pencerenin, değerleriyle etkileşim köprüsünün kapanmasıdır. Bu iki şeye de tüm Arap dünyasının, özellikle de kendilerine ve görüşlerine tahammül edemeyen rejimlerinin ellerinin tersiyle ittiği Arapların ihtiyacı var.
Parlamentarizm, partizanlık, ifade ve medya özgürlükleri, kadınların durumu ve yabancı diller dahil olmak üzere ileri eğitim gibi nispeten (yani Arap ölçeğinde) gelişmiş deneyimler, kayıtlı Arap tarihi sürecinde, özellikle de özgürlük ve demokrasi savunucularının yazılarında önemli bir hadiseye dönüşmeden, Beyrut'ta bombalanma ve dümdüz edilme tehdidi altında bulunuyorlar.
Bu paradoks durup düşündürüyor ve can yakıyor, çünkü büyük felaketleri, bir yabancı tarafından ele geçirilmiş toprak kaybı veya sakinlerinin yerlerinden edilerek yerlerine yabancıların yerleştirilmesiyle sınırlayan bir anlayışı açığa vuruyor. Oysa bilindiği üzere Suriyelilerin ve onlardan önce Iraklıların trajedileri, Arap siyasi kültürünü büyük felaketlere dair daha az sınırlayıcı anlamlarla donatmalıydı. Bu sınırlayıcı anlayışın milliyetçi, dini ve her zaman yerli olanın demokratik yönü dahil siyasi kültürümüze hakim olması manası taşımasından korkuluyor.
Ama iş özellikle Lübnan'a gelince, onu savunmak konusunda bir tür sıkıntı ve mahcubiyetin var olduğu görülüyor. Bunun nedeni belki de Lübnanlıların özgürlüğünde Batı ile temasın oynadığı etki, Hristiyanların bu deneyimdeki dengeleyici konumu ya da Lübnan'da çatlakları oluşturanların İsrail ile savaştıklarını yani bir ulusal büyük felakete (örneğin 1948’deki Nekbe’ye) karşılık verdiklerini iddia edenlerle aynı kişiler olmaları.
Durum şu ki, kendisini savunmaktan sıkıntı duyulan Lübnan, sakinleri ve gurbetçileri aracılığıyla Arap Rönesansı olarak bilinen olgu ve fikirlerinin, Arap dilinin yeniden canlandırılmasında kilit rol oynayan Lübnan'dır. 19. yüzyılın sonlarından itibaren büyük toprak sahiplerinin hakimiyetlerinin kırıldığı ilk yerdir. Bu kırılma diğer Arap ülkelerinde olduğu gibi otoritenin eliyle tepeden inme değil, aksine aşağıdan, köylü tabanın eliyle gerçekleşmişti. Bu da sonraki on yıllarda Lübnan’da bölgedeki en geniş orta sınıfın ortaya çıkışıyla sonuçlandı. 
Pek çok Lübnanlının romantik ve turistik Lübnanları hakkındaki övünmelerinden ve azımsanmayacak bir bölümünün ırkçılığından uzakta, yine bu Lübnan, aynı zamanda merhum Suriyeli yazar Yasin el-Hafız'ın şöyle tanımladığı bir ülkedir: “Lübnan'da, onunla birlikte ve kısmen onun sayesinde ideolojik-politik-sosyal bilincimin gelişiminde daha ileri bir aşamaya ulaştım. Lübnan, sadece 9 aydan fazla süren bir tutukluluktan sonra beni bir yarı vatansızlıktan kurtarmadı, kısa süreli bir yabancılık duygusundan sonra, çok geçmeden bana uzun zamandır özlediğim sıcaklığı hissettirdi.
Beni rahatsız eden gece ziyaretçileri endişesi olmadan doya doya uyudum. Yalnızca Lübnan'da kitaplarım basıldı ve yazılarım yayınlandı. Dahası, Lübnan sayesinde modern kültürle yakın bir temas kurdum. Eşime ve çocuklarıma daha az Doğulu bir şekilde davranmayı öğrendim. Düzenli ve sistemli çalışmanın nasıl bir şey olduğunu ve zamanı nasıl kontrol edeceğimi öğrendim. Batı'da iken modernite hakkında doğrudan bir fikir edinmiş ve onunla bir tür temas kurmuştum, Lübnan'da bunu uygulamayı ve bir yaşam biçimi haline getirmeyi denedim ama baskıcı bir Doğu toplumunda yaşadığımdan başarılı olduğumu iddia edemem.
Bu nedenle, Lübnan çifte bir trajedinin alevlerinde yanmaya başladığında, yanan şeyin benim ülkem değil, evim olduğunu, Lübnan trajedisinin karşılıksız olduğunu hissettim. Lübnan'ın yakılmasına yol açan birçok orijinal ve doğrudan sebep var. Ama bana öyle geliyor ki, bu kaderi ne kadar lekeli ve kirli görünse de demokrasiye açılan bir pencere olduğu için yaşadı.
Oran ve boyut olarak birbirlerinden farklı olsalar da, Lübnan, Yasin Hafız'ın yaptığı gibi kendisini savunan pek kimse bulamayan bir Arap Weimar Cumhuriyeti olmaya çok yakın.