Hazım Sağıye
TT

Bir şehir, bir bakan ve geniş bir örtü hakkında

Pek çok gözlemci, haklı olarak örtünme zorunluluğunun örtünme yasağına benzediğini fark etmiştir. Çünkü iki tutum da çoğulcu olabilecek ve üyelerinin kendi seçimlerine, zevklerine ve fikirlerine göre hayatlarını nasıl yaşayacaklarını seçebileceği bir halka tekilciliği dayatmaya takıntılı zorba bir davranıştır.
Aslında örtünme zorunluluğunun sebeplerinden birisi, tıpkı Atatürkçü Türkiye’de, Şâh-ı şâhâncı (şahların şahı) İran’da ve Rıfat Esed’in Tâvûsiyye yıllarındaki Esedci Suriye’de tanık olduğumuz gibi örtünme yasağıdır.
Bununla birlikte rejimler ve bazen de toplumlar tarafından uygulanan ve tek bir tiple sınırlı olmayan farklı örtünme (soyutlanma) zorunlulukları vardır. 6 Ekim'de New York Times, en önemli yazarlarından Roger Cohen'in Cezayir'in Oran (Vahran) şehri hakkında yazdığı bir makaleyi yayınladı. Makale şu iki paragrafla başlıyor:
“Bu güzel ama bakımsız liman kenti, Albert Camus'nun ‘Veba’ adlı romanında yazdığı gibi ‘körfeze sırtını dönüyor’. Camus Oran'da yaşarken, ‘denizi görmenin mümkün olmadığını, her zaman gidip onu aramak gerektiğini’ söyler. Bu, dünyaya sırtını dönmüş, hissizleştirecek kadar yoğun bir karanlığa bürünmüş bir ülke olan Cezayir için kötü bir metafor değil. Cezayir, Fas ile olan sınırını uzun süredir kapatmış, iki yıldan fazla bir süre kapalı kaldıktan sonra Tunus’la sınır kapılarını ancak yakın zamanda yeniden açtı. Komşularıyla ticaretini de asgari düzeyde tutmakta, siyasi güçlerini gizlemeye devam etmektedir.
Cezayir’deki peçe yasağının sömürge dönemi dışında hiçbir açıklaması yok. Bundan 60 yıl önce bağımsızlığını kazanan Cezayir, bağımsızlık sonrasında şimdikinden daha az dindar hiçbir lider tarafından yönetilmedi. Unutmanın, yalnızca aşırı seçiciliği ve tekelleşmeyi hatırlatan böylesi bir sömürge geçmişinden daha iyi olduğu bir gerçek. Geçmişin sık sık hatırlanması demek, son dönemde elde edilen başarıya saygısızlık etmek demektir. Ülkesini dünyadan elinden geldiğince gizlemeye çalışan bir yönetimin, en iyi dayanağının geçmişi ebedi bir savaş destanı olarak resmetmesi olduğundan bahsetmiyorum bile.
İranlı erkekler ve kadınlar örtünme zorunluluğuna ve rejimlerine karşı ayaklanırken, Lübnan Kültür Bakanı Muhammed Visam el-Murtaza’nın örtünmemiz için yeni bir proje başlatması şaşırtıcı oldu. Bakanlık, ‘dost’ yabancı kuruluşlar, birkaç hafta sonra başlayacak kültürel bir etkinlik düzenlediği ve farklı yerlerde seminerler düzenlemek üzere bir grup edibin Lübnan’ı ziyaret edeceği konusunda ‘bilgilendirildi’. Geleceklerin içerisinde ‘fikir ve uygulama düzeyinde Siyonist projelere kucak açan ve Siyonizmi gerek edebi eserlerinde gerekse günlük hayatlarında destekleyenlerin’ de olduğu belirtildi.
Bakan açıklamasında “Lübnan, kültürel açılıma ve ulusların medeniyetleri arasında fikir alışverişine destek vermektedir. Bu nedenle, ülkeler ve halklar arasındaki her türlü kültürel işbirliğini memnuniyetle karşılıyoruz. Küresel düşünceye ve bunun epistemolojik tezahürlerine her türlü açıklığa değer veriyoruz” dedi. Daha sonra ‘Siyonizmi ve onun toprakla başlayıp akılla bitmeyecek olan açıktan ve gizliden yürüttüğü saldırgan işgal planlarını teşvik etmek için kültürel hareketin istismar edilmesine’ karşı uyarıda bulundu.

Bakan açıklamasını şöyle sürdürdü:
“Kültürel normalleşme, vatana, varlığına ve geleceğine siyasi, güvenlik veya askeri düzeydeki herhangi bir normalleşmeden daha çok zarar verir. Tüm kesimleriyle halkın iradesini ifade eden ve aynı şekilde bu ülkenin insanlarının değerlerini, ahlakını ve fedakarlıklarını yansıtan Lübnan kanunları, İsrail ile kültürel normalleşme de dahil olmak üzere doğrudan veya dolaylı olarak her türlü normalleşmeyi yasaklar. Lübnan Kültür Bakanlığı’nın hukuken, kılık değiştirmiş de olsa Siyonist bir kültürün kapısını açması ya da Lübnan'ı Siyonist içerikli edebiyat ve Siyonist amaçları, gayeleri ve emelleri olan yazarlar için bir propaganda kürsüsüne çevirmesi mümkün değildir.”
Alman Nazizminin en önemli kurucusu olduğu bu üslubu tartışmak zaman kaybı ve akla hakaret olur (Yeri gelmişken, Naziler çalışmalarına kültür savaşı ve kitapların yakılmasıyla başlamışlardı. Çünkü ‘kültürel normalleşmenin, vatana, varlığına ve geleceğine siyasi, güvenlik veya askeri düzeydeki herhangi bir normalleşmeden daha zararlı’ olduğunu düşünüyorlardı). Ancak bakanın dile getirdiği arzusu, bugün İranlıların karşı çıktığı sığ ve mide bulandırıcı propaganda sloganlarına kurban olmaktan ve dış dünyadaki fikir ve bilgi akışkanlığından soyutlanmayı önlemekten başka bir şey olmadığıdır. Son olarak, normalleşme karşıtlığı olarak nitelendirilen kapanma ve izolasyonu dayatma politikalarının çarpık siyasi amaçlarına dikkat etmek gerekiyor. Zira hükümette Bakan el-Murtaza’nın temsil ettiği ‘Emel Hareketi’, ‘kampların savaşı’ olarak bilinen Lübnan savaşının en şiddetli çatışmalarını Filistinlilere karşı yürüten harekettir.
Bu, hareketin, Lübnan'ı fakirleştirmeye, dünyadan soyutlamaya ve içindeki Filistinliler de dahil olmak üzere sakinlerini baskı altına almaya odaklanmaktan başka bir şeye yaramayan Filistin sevdasına tutulmasından önceydi.
Bu kapanma politikasının artık eski hiçbir örtüsü yok.