Cemile Bayraktar
Gazeteci-Yazar
TT

Türkiye’de din merkezli tartışmaların ahlaka etkisi

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı olan bir ülke olarak, Osmanlı’nın dini referans alan bir yapısı olması nedeniyle, hem Osmanlı akabinde kurulan Türkiye’nin geçmişle bağlarını kopartmak hem de yeni kurulan cumhuriyeti içinde bulunduğu dönemin şartlarına adapte etme amaçlı, dini referansların tümünün rafa kaldırıldığı bir ülke olarak kurulmuştur. Bu tarihsel arka planın sonucunda ülkenin siyasi yapısının doğal olarak etkilediği toplum, dinin sık sık değillenmesine muhatap olarak şekillenmiştir. Bu realitelerin etkilediği toplumda bir yandan dine sahip çıkmak isteyenler diğer yanda dini rafa kaldırmak isteyenlerin oluşturduğu iki baskın kesim oluşmuştur.
Hiçbir toplum değişimden münezzeh değildir ama aynı zamanda bu değişim bir anda olmaz. Anlık, suni, jakoben biçimde oluşturulmak istenen değişimler ise toplumda anomalilerin oluşmasına neden olur. Dini cemaat ve tarikatların etkisinin oldukça yoğun olduğu bir toplumu, hızlı ve etkili bir biçimde, ayrıca tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla değişime zorlayan süreç, bir gerilim hattı üzerinde ilerlediği için Türkiye’de din, toplumsal bir olgu olarak ele alınmaktan çok, Türkiye’de gerilim hattında bir gerilim nesnesi olarak ele alınmıştır. Dolayısıyla bu gerginlik hattında hem toplum hem din, olumlu ve olumsuz manada birçok etkiye maruz kalmış, bir takım değişimler yaşamıştır. Dinin kurumların kapatılması sonrası, dini kurumlar daha özel ifadeyle cemaat ve tarikatlar, bir takım marjinal değişimler yaşamıştır.
Tek parti rejimi, otoriter yönetimler, darbeler gibi siyasi-toplumsal olayların etkilediği bir toplumda aynı zamanda tarikat ve cemaatlerin denetimden uzak ama bir paradoks halinde sürekli kontrol altında tutulmaya çalışılması sonrasında, yani tarikat ve cemaatler gibi dini kurumlar oldukça özgün hareket ederken, devletin diğer yandan dini kontrol altında tutmak istemesiyle ve kah ihtiyaçtan kah başka nedenlerle ilahiyat fakülteleri açması, sayısını arttırması, Diyanet kurumunun işlerliğinin arttırmaya çalışılması, olumlu sonuçları olan bir adım olsa da, bu durum din ve dindarlar üzerinde bir takım etkilere yol açmıştır.
Devlet eliyle açılan ilahiyat fakülteleri ve Diyanet, bazı tarikat ve cemaatlerin otoritesini sarsacağı için önce onlar tarafından tepkiyle karşılanmış, sonra bu durum toplumun da bu kurumlara mesafeli olmasıyla sonuçlanmıştır. Sonrasında, Türkiye’de özel teşebbüs imkanlarının önünün açılmasıyla özerk, bağımsız, güçlü ve daha etkili olmak isteyen tarikat ve cemaatler holdingleşmeye başlamıştır. Bu holdingleşme sonrası artık cemaat ve tarikat üyeleri, din kardeşi olmaktan çok birer “müşteri” olarak ele alınmaya başlamıştır. Ve cemaat-tarikatlar arasında da yer yer birbirlerine rakip gibi bakma temayülü oluşmuştur. Bu şekilde bir gelişme sonrası, dinin ahlaki öğretisini anlama ve tebliğ etme noktasında elbette problemli bir süreç başlamıştır.
Türkiye’deki baskıcı özelliği olan suni modernleştirme çalışmalarına tepkili, dinin mesajının öğrenildiği ve öğretildiği kurumlara mesafeli, bir takım yanlış politikaların etkisiyle dejenere olmuş tarikat ve cemaatlerin marjinalleşmeden ve holdingleşmeden etkilenmesi sonrası dinin mesajına ulaşmak, bu kadar çok sayıda imkan olmasına rağmen pek mümkün olmadığı gibi dine yaklaşım daha çok din merkezli, ahlaki ıslah şeklinde olması gerekirken, aşırı savunmacı ve yine aşırı reddiyeci yaklaşımlarla sürdürülmüştür. Tavanda cereyan eden bu durum nihayetinde topluma da sirayet etmiştir.
Bu tip travmatik bir süreçten sonra din, sürekli ama sürekli toplumun bir konusu olmasına rağmen, toplum dini, yüce yaratıcının mesajını dinlemeyi bir kenara bırakarak, sürekli din konuşan ama dini konuşamayan, dini düşünemeyen, dinin sadece somut maddi ibadetlerden ibaret sanan, dinin ahlaki yönünü, erdem tavsiyesini duyamayan bir hale gelmiştir. Bir asansör mekanizması gibi sürekli tavan/siyaset merkezli devam eden din konulu tartışmalar, tabana indiğinde de yine aynı ayrıştırıcı üslupla devam etmiş, bu sorunlu yaklaşım asansörün yukarıdan aşağı, aşağıdan yukarı taşımasıyla varlığını yine problemli olarak taban ve tavan arasında sürdürmüştür. Nihayetinde Türkiye’de din, o dine mensup kişiler tarafından özenle kulak verilmesi gereken bir mecra olmaktan çok bir savaş zemininde koruyucu ya da zarar verici bir silah gibi kullanılmıştır. Bu şekilde ele alınan bir dinin, ahlak ve erdemle ilgili telkinlerinin duyulması, duyurulması da pek mümkün değildir, nihayetinde mümkün olmamıştır.
Bir diğer problemler manzumesi de Ali Bardakoğlu’nun ifade ettiği üzere, Müslümanların kendi içlerinde dini anlama konusundaki eksiklerinden kaynaklanmaktadır. Bardakoğlu, dini ilimlerin geleneğin ötesine geçemediğini ifade eder. Ona göre din, dar bir alana hapsedilmiş durumdadır. Din ve dünya arasında keskin bir ayrım vardır ve bu dini dar bir alana hapsetmektedir. Din geleneğin etkisinde kalıp, bugüne gelemezse geçmiş olarak kalabilir. Ve bir diğer problem, dindarlığın şekilci olmasından kaynaklanmaktadır; Türkiye modernleşmesiyle oluşan bu şekilci dindarlık maalesef dinin ahlaki yönünün daha görünür olmasının önüne geçmektedir. Bu bir diğer yandan şekilciliğe bağlı sahte bir kimlik oluşmasında etkili olur, şöyle ki; ilahi, ruhani, metafizik yönü olan bir dini alıp da sadece sözlü ve maddi bir boyuta, gerçekten yaşanmayan bir hale getirirseniz o dinin özündeki ahlak da doğal olarak buharlaşmış olur. Bardakoğlu’na göre dinin değil ama dindarların bir problemi de dinin kaynağının Kuran ve sünnet olduğunu unutmaktan kaynaklanmaktadır. Bu kaynaktan çıkan ilimler beşer ürünüdür ancak bizde yoğunluklu olarak ilimlere Kuran ve sünnet gibi değişmezlik rolü verildiği için örneğin fıkıh gibi ehemmiyetli ve aslında ahlaki yönü olan bir alan bile çözüm üretmek yerine sorun üretmektedir. Fıkıh ve ahlak arasında oldukça yoğun bir ilişki vardır ancak bizler bu fıkıh-ahlak ilişkisini ortaya çıkarmadığımız gibi fıkhı sadece değişmez kurallar bütünü olarak ele alırız. Doğal olarak ahlaki terbiye noktasında fıkhın bizleri bir noktadan daha iyi, daha ileri bir noktaya götürmesine izin vermeyiz. Oysa ahlak fıkhın mayasında vardır zira oluştuğu ortamda vardır. Ancak zahir okuma biçimleri, maksadı eksik nakilcilik, makasıd ve mesalihin gözardı edilmesi, Allah rızası düşüncesinden sapma, bizleri Allah görüyormuşçasına değil de eş dost akraba görüyormuşçasına şekilci davranışlar İslam’ın en temel tavsiyesi güzel ahlakın geri planda kalmasına neden olmaktadır.
Dinin en önemli telkinlerinden biri Rasulullah (SAV)’in işaret ettiği üzere güzel ahlaktır, zaten peygamber “güzel ahlakı tamamlamak için gönderilmiştir” ancak bu söz hayatın içerisinde anlam bulmak yerine daha çok ezberlenen, tekrarlanan ama uygulanmayan bir hale dönüşmüştür.
Bir toplumda din konusunda semboller önemlidir, cami bu anlamda İslam’ın en önemli sembollerden biridir. Ancak cami sadece namaz kılınıp çıkılacak bir yer değil toplumsal bütünleşmenin de sağlandığı bir yer olmalıdır, oysa camilerde bu eksiktir. Sonrasında cemaat sayısının azlığına oranla çok fazla cami vardır bu da ihtiyaç olmadığı halde yapılan fazla sayıda mabedin biz Müslümanların sorunu olan şekilci dindarlığın bir ürünü olduğunun kısmi göstergesidir. Diğer yandan, namaz diğer ibadetlerden biraz farklı olarak, insanı hayat içerisinde kendisini unutmaması, sürekli Allah’ı hatırlaması, kendisini yapacağı olası kötülükten uzak tutması, insanı dünyada tamamıyla dünyaya dalmaktan kurtarması için vardır, daha doğru ifadeyle bu amacı taşımaktadır. Bu nedenle sık sık “dinin direği” olarak tanımlanır. Ancak bu kadar temel bir ibadette israftan, şekilciliğe kadar her tür problemin varlığına mukabil aynı ibadetin insanın ahlakını güzelleştirme rolü eksiktir. Diyelim ki, toplumumuzda namaz kılma oranı, yapılan araştırmalarda olduğu gibi yüksek oranda ama aynı zamanda Türkiye, Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 2020 yılı Yolsuzluk Algı Endeksi’ne göre 180 ülke arasında 86. Sırada. Ve son 8 yıldır sürekli gerileyen 5 ülke arasında. Bu çalışma 2012 yılından bu yana yapılıyor ve bu tarihlere baktığımızda 2012-2020 yılları arasında baktığımızda, siyasette dine referans verilmesinin yoğun olduğunu, imam hatip liselerinin sayısının oldukça arttığını, ilahiyat fakültelerinin sayısının arttığını, Diyanet’e ciddi anlamda bütçe ayrıldığını görmekteyiz. Yani, şeklen ve kurumsal olarak dinin mesajını anlama ve anlatma konusunda kurumsal boyutta bir artış varken, yolsuzluk endeksinde görüldüğü gibi ahlaki olarak gerilemeye doğru gitmişiz.
Bu üzerine düşünülmesi gereken bir konu ancak hala bu konuyu dert edinmek yerine, son yarım yüzyıldır olduğu gibi sürekli din konuşuyoruz ama dinin ne konuştuğunu hem dinlemiyoruz hem de konuşmuyoruz. Dini, siyasetin ya da belli grupların elinde pragmatik amaçlı bir aparat olarak kullanıp araçsallaştırdığımız müddetçe de maalesef arzu ettiğimiz ahlaki yetkinliğe ulaşamayacağız.