Vahdettin İnce
Yazar
TT

Van gölünün kuzey sahillerinde doğmakta olan sevahili dili

Bütün varlıklar birbirlerine bağlıdır, yan yanadır, iç içedir, uzak yakın komşudur, birbirinin etkisinde kalır. Yine de aralarında bir engel, bir berzah vardır, evrensel düzeni bozacak şekilde karışmazlar. Bunu sağlayan da tabiattaki fenomenlerin bir yandan birbirlerini çekerken bir yandan da birbirlerini itmeleri ve o muhteşem evrensel dengeyi sağlamalıdır. Ay ve dünyanın ve diğer gök cisimlerinin bir çekim gücünün, bir de itim gücünün olduğunu biliyoruz. Bu da dengeyi sağlıyor. Bu yüzden gece gündüzün, gündüz gecenin nefesini ensesinde hisseder ama biri diğerini geçemez, yutamaz mesela. Aynı düzen insan toplulukları, dilleri, kültürleri ve daha başka özellikleri için de geçerlidir. Bütün bir insanlık olarak dünyada hep beraber yaşıyoruz, aynı topraklara basıyor, aynı havayı soluyor, aynı suyu içiyoruz, uzak yakın komşuyuz, akrabayız. Bunlar gibi daha binlerce zeminde buluşuyoruz ama herkesi aynileştirecek bir karışım haline gelmiyoruz, gelemiyoruz. Renklerimizin, dillerimizin farklılığını ortadan kaldıramıyoruz. Fert ve toplum olarak her birimizin ayrı sınırları, ayrı kültürleri, ayrı dilleri var olmaya devam ediyor. Sosyal denge en az gökteki düzen kadar sağlamdır yani. “O, birbirine kavuşmak üzere iki denizi salıverdi. (Ama) aralarında bir berzah vardır; birbirlerine karışmazlar” ayetleri bu evrensel yasaya işaret ediyor. Öte yandan genel evrensel düzende olduğu gibi insanın sosyal hayatının herhangi bir alanında da bazen alışılmışın, genel akışın dışında kaoslar, kargaşalar, savaşlar, altüst oluşlar yaşanabiliyor. Kur’an bize dengeli bir toplumsal hayat kurmaya yönelik siyasal bir perspektif oluştururken, sosyal hercümerç zamanlarını değil genel evrensel düzeni örnek almamızı öneriyor burada. Tek parti Türkiye’sinde olduğu gibi kaotik zamanların verilerini evrensel kalıcı değerler gibi görüp mesela birbirimizin dilini yok etmeye kalkışırsak evrensel yasalar sisteminin dışına çıktığımız için kaotik bir hayata mahkum oluruz. Mesela ben doğup büyüdüğüm çevre itibariyle bunun nasıl bir sosyal travmaya yol açtığının canlı şahidiyim.   
Erciş’te berber koltuğuna oturmuştum. Genç berberin, saçıma sakalıma kıyarken çıkan makas seslerinin arasında yabancı gördüğü beni tanımak maksatlı ve de bunaltıcı sorularına kısa ve kaçamak cevaplar yetiştiriyordum. Yan koltukta tıraş olan delikanlının bekleme koltuğundaki arkadaşına söylediği bir söz ile irkildim:
-Oxlim, o dediğin yek olasılık e.
Konu neydi, dikkat etmemiştim ama bu söz kulağıma çalınır çalınmaz Erciş’in yakın tarihte yaşadığı bir travmanın (Zîlan katliamı) neticesinde büyük bir alt üst oluş yaşadığını, bu yüzden ahenksiz bir diller halitası olduğunu hatırladım.
Bana hep ilginç gelmiştir Erciş. Ne zaman gelsem mutlaka bir şekilde beni şaşırtır. Kendine özgü bir kültürü, kendine özgü dilleri (Kürtçesi-Türkçesi ve melezcesi(!)) var. Kürtçeyi ve Türkçeyi biliyorsunuz ama melezce (ya da bazılarının dediği gibi Tirkmanci) başlı başına bir fenomen.
Çocukluğumda büyükçe bir kasaba sayılan Erciş’in az sayıdaki geçmişleri çoğunlukla Kürt aşiretlerine dayanan çekirdek ailelerinin arı duru bir Azeri Türkçesi vardı. Alabildiğine ahenkli ve şiirseldi. Köylerde ise aynı şekilde arı duru bir serhed Kurmancîsi konuşulurdu. Hem Türkçe hem Kürtçe deyim yerindeyse doğal dünyalarında özgünlüklerini koruyarak devam ediyorlardı. Erciş’in kıyısında çocukluğumda birer ayrı köy olan ama şimdi devasa bir şehre dönüşmüş Erciş’in içinde kaybolan köyler vardı. Bunlar uzak köylerdeki Kürtlerle ilçedeki Türkler arasında bir ara bölge, bir berzah gibiydiler. Dilleri de Erciş’in Azeri Türkçesi ile köylülerin Kürtçesinin orta yerinde bir ara, bir berzah dil gibiydi. Cümleye Türkçe başlayıp Kürtçe bitiren, ya da uzun uzun Türkçe konuştuktan sonra bir yerde fark etmeden yine uzun uzun akan Kürtçeye geçen bir konuşma tarzı. “Eliyê Qado bir ga almış qloçları aha bu qeder” (Qado oğlu Ali bir öküz almış boynuzları aha bu kadar) veya “beyaz mirîşk qere kulava zîrç etti” (beyaz tavuk siyah keçeye pisledi) türü ifadeleri duymak son derece normaldi.
Bu köyler sosyolojik açıdan da bir tampon bölge, bir rehabilitasyon merkezi, bir bekleme salonu konumundaydılar. Çoğunun sakinleri Bekirî, Şemskî, Çiloyî (Berjêrî), Hesenî, Heyderî gibi Kürt aşiretlerine mensuptular. Yine çoğunluğu Zîlan katliamından kurtulduktan sonra gelip bir tür koruma sağlayan bu tampon bölgelere sığınmış, Türklük şemsiyesinin altına girmişlerdi. Ama “Türklüğe hevesli” olsalar da daha dün mensup oldukları Kürtlük yakalarını bırakmıyordu. Özellikle Türkçe kurdukları her cümlede gerek ahengi, gerek söyleyiş tarzı, gerekse kelimeleri aracılığıyla Kürtçe uç veriyordu. Ara bölge sakinlerinin örtmeye çalıştıkları kimlikleri de açığa çıkıyordu böylece. Dil ve sosyolojik ara bölge, Erciş’in artık Türkleşmiş yerlileri için ağız tadını kaçıran bir geçmişi, köylerde yaşayan Kürtler için de kaygı verici bir geleceği temsil ediyordu.
Bu köylerden biri bizim köyün Erciş yolu üzerinde yer alıyordu. Her kes o köyün sınırına geldiğinde kılık kıyafet, dil bakımından bir değişime uğraması gerektiğini biliyordu. Çünkü polis, jandarma başta dil olmak üzere Kürtlüğü çağrıştıran unsurlara zinhar izin vermiyordu. Bazen bir araba dayak yemek de mümkündü. Şalvarlı, poşili köylüler bir kuytuda şalvarları çıkarıp pantolon giyiyor, başlarındaki poşileri çıkarıp şapka takıyorlardı. Şimdi şehre girmeyi hak etmiş gibi şehrin merkezine doğru yol alıyorlardı. Akşam dönüşte yine bu köyde bu sefer sabah çıkardıkları kıyafetlerini giyerek köye dönüyorlardı. Şehirden köylere çerçilik, ticaret veya ziyaret maksadıyla gidenler de bu sefer tersten bir değişime gerek duyarlardı. Ellerinden geldiğince Kürtçe konuşur ve birilerine mesaj verir gibi gerekli gereksiz mensup oldukları aşiretlerin adını söyler, burukluğu hemen anlaşılan kelimelerle zar zor hatırladıkları geçmişlerine sığınırlardı. Bu da onlara köylerde bir koruma sağlardı, en azından onlar öyle düşünüyorlardı.
Şimdi Erciş büyümüş, Türkçenin etki alanı tampon bölgeleri aşıp uzak köyleri kapsayacak kadar genişlemiş. Yoğun hava desteğiyle (uydu kanallar-tvler) Türkçenin dalgaları köyleri etkilerken, köyler de yoğun nüfus dalgalarıyla şehrin merkezine akıyorlar. Son seyahatimde gördüm ki Erciş merkezinde Kürtçenin etkisi hiç görmediğim kadar artmış, köylerde de Türkçenin etkisi eskiden olmadığı kadar belirgin hale gelmiş. Arada berzah da kalmamış, çünkü berzahın melez dili ya da “Tirkmanci” berber koltuğundaki delikanlının kurduğu cümleden de anlaşılacağı üzere hakim hale gelmiş.
Yakın tarihte yaşanan travmanın sebep olduğu hercümerç hali devam ediyor. Dil denizlerinin buluşması esnasında kopan fırtınanın uğultusunu andıran dil kargaşası bunun eseridir. Tarihte de bu tür hercümerç hallerinden sonra denizlerin durulduğuna tanık oluyoruz. Mesela İslami fetihlerle Arapça Afrika sahillerinde konuşulan dilleri etkilerken ortaya Arapça ve Afrika dillerinin karışımından oluşan sevahili dili çıkmıştı. Sonra her şey yerli yerine oturmuş, Arapça ve yerel diller oldukları gibi kalmış ama geride iki denizin hercümerç nitelikli buluşmasından bu sevahili dili doğmuş ve hala varlığını sürdürmektedir. Erciş’in tampon bölgesindekine benzer Van denizi sahillerinde de bu med cezirin durulmasından sonra bir sevahili dilinin oluşması…
Yek olasılıkê quwetlî ye!