Hazım Sağıye
TT

Mücadele ve fedakârlık kültürü başka siyasi kültür başkadır

Güney Afrika Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa, çiftliğinden 4 ila 5 milyon dolar arasında bir meblağın çalınmasının ardından mali yolsuzluğa karışmakla suçlandı.
Ramaphosa, ikonik Nelson Mandela ile birlikte ırkçılığa karşı mücadele konusunda saygın bir sicile sahip. O zamanlar en büyük sendika birliği olan Madenciler Sendikası’nın lideriydi ve sendikanın başında ırkçı ayrımcı rejime direndi. Daha sonra Mandela'nın devlet başkanlığı döneminde Afrika Ulusal Kongresi'nin genel sekreterliğine seçildi ve eski dönemin sona ermesiyle sonuçlanan müzakerelerde baş müzakereci kabul edildi.
Ramaphosa'dan önce Güney Afrika Cumhuriyeti'nin devlet başkanlığını yine aynı mücadele çemberinden olan Jacob Zuma üstlenmişti. Irkçı rejim onu ​​yurtdışına sürgüne göndermeden önce, “Robben Adası”nın ünlü cezaevinde siyasi tutuklu olarak 10 yıl geçirdi. Ancak Zuma'nın başkanlığı kötü bir şekilde sona erdi; yolsuzluk ve silah anlaşmalarına karıştığı için görevden alındı ​​​​ve hapse atıldı.
Güney Afrika'daki parlamenter sistem mutlak ve tek parti iktidarının kurulmasını engelliyor fakat Apartheid dönemi sonrası Güney Afrika'nın tanıdığı dört başkandan iki direnişçi başkan örneğinde gördüğümüz gibi, yolsuzluğu engelleyemiyor mu?
Durum ne olursa olsun, ister bağımsızlık ister değişim amaçlı ulusal eylemden yolsuzluğa veya diktatörlüğe -ki çoğu zaman her ikisi birlikte oluyor-  geçiş vakaları üzerinde düşünmeyi gerektirecek kadar ilginç olmayı sürdürüyor.
Diktatörlüğün, sorgulamalara açık olmaya devam eden Güney Afrika sınırını aşacak şekilde yolsuzluktan ve büyütülmesinden sorumlu olduğu birçok örnek varken, nasıl düşünmeyi gerektirecek kadar ilginç olmaz ki?
İşte bu örneklerden bazılarının yer aldığı kısa bir liste:
Gana'da Kwame Nkrumah, 1957'de İngiltere'den elden ettiği bağımsızlığında ülkesine liderlik etti. Ancak bağımsızlıktan sonra tek partili bir rejim kurdu. Siyasi muhalefeti tamamen bastırdı ve 1966'da bir askeri darbeyle devrilene kadar kendisini ömür boyu cumhurbaşkanı yaptı.
Gine'de, Fransızları sınır dışı eden bağımsızlık hareketinin liderliği Ahmed Sékou Touré ile ilişkilendirildi. Gelgelelim Sékou Touré, 1958'den 1984'teki ölümüne kadar iktidarda kaldı, partisi tek parti oldu ve ona muhalefet yasaktı. Muhalifleri ile eleştirmenlerine karşı şiddet ve acımasızlığına gelince, birçok rekor kırdı.
Mali'de Modibo Keita da aynı şeyi yaptı; bağımsızlık, ardından 1968'de bir askeri darbeyle devrilene dek tek partili, katı bir diktatörlük. Ulusal kahraman cezaevinde öldü.
Huari Bumedyen, "Cezayir Kurtuluş Cephesi"nin askeri kanadına liderlik etti. Bağımsızlıktan üç yıl sonra, 1965'te devlet başkanı Ahmed Bin Bella’yı devirdi. 1978'deki ölümüne kadar tek parti iktidarının başında ülkeyi yönetti.
Ahmed Sukarno Hollanda'ya karşı Endonezya bağımsızlık hareketine liderlik etti. Ardından 1945'te cumhurbaşkanlığını üstlendi ve savunma bakanı Suharto'nun kendisine karşı darbe yaptığı 1968'e kadar görevi bırakmadı.
Cemal Abdunnasır Mısır’da cumhuriyeti kurdu, ülkesini İngiliz mandasından kurtardı ve 1970'teki ölümüne kadar ülkeyi muhalefetsiz yönetmeye devam etti.
Büyük bağımsızlık veya değişim süreçlerine öncülük eden ama bugüne kadar ayrılmadıkları despotluk ve yolsuzlukta kök salmış iktidarlar kuran komünist partilere ve hareketlere (Çin, Küba, Vietnam...) atıfta bulunmuyoruz bile.
Bu semboller ve partiler tarafından benimsenen teori basittir: Biz savaştık, fedakarlıklar yaptık, şehitler sunduk vs. dolayısıyla millet ve halkın tek sahibi biziz, onları istediğimiz şekilde yönetiriz ve istediğimiz şekilde yağmalarız. Hafız Esed sınırları zorlayacak kadar bu durumun karikatürlüğünü ifade eden bir örnekti; bir bağımsızlık hareketinin lideri olmadan ya da bir savaşta galip gelmeden ülkesini 30 yıl yönetti ve ardından yönetimi, 2000 yılından itibaren ülkeyi yöneten oğluna miras bıraktı.
Bu teorinin kusuru, siyasete siyaset dışı bir fikir aşılamasıdır. Siyaset dışı bu fikir, mücadele etmek ve şehit olmak ile kendisinden türeyen diğer şeylerdir. Dahası bu teori, siyaset ve normlarını, anti-politik bir kökene sahip bu fikre tabi kılmaktadır. Bu, istikrarlı demokratik toplumların iktidar araçlarıyla, yani ordularla ilişkilerinin tamamen aksidir. Demokratik toplumlarda ordu, amacına ulaştıktan sonra siyasi hayatı kendi yolunda ilerlemeye bırakarak kışlasına döner.
Öte tarafta, sahiplerinin fedakarlıklarını siyasi getirilerden ayırmakta ısrar ettikleri vakalara, yani siyasette güç ve para veya her ikisini de kazanmak için mücadele ve direnişe yatırım yapmayanlara da tanık olduk.
Nelson Mandela bu türdendi; ülkesine Apartheid rejimi sonrasında liderlik etti ve sadece 5 yıl (1994-1999) görevde kaldı.
Lech Walesa da bunlar arasındaydı; Polonya'daki komünist rejimi devirme sürecini yönetti ve yönetimi de 5 yılla (1990-1995) sınırlı kaldı.
Buradaki farklılık, biri mücadeleyi sona erdiğinde siyasi eylemin başladığı zorunlu bir eylem olarak gören, diğeri siyaset ve mücadelenin bir olduğuna ve sonsuza kadar böyle kalacaklarına inanan iki yaklaşım arasındadır.
İlk yaklaşım, savaşan ve “şehit verenlerin” ille de yönetmeye uygun olmadıkları varsayımını içerir.
İkinci yaklaşım, sadece yönetmek için savaştık ve "şehit" verdik şeklinde üstü kapalı bir mesaj içerir.