Vahdettin İnce
Yazar
TT

İstanbul’un ilk Kürtlerinin çocukları

Şark seyahatimizde yolumuz Bingöl’e düştü. Öğlen sularıydı. Şehrin girişinde bahçeli bir lokantada meşhur Bingöl kavurması ısmarladık. Genelde şarkta, özelde Bingöl’de garsonlar alabildiğine kibardırlar. Bölgenin kendine özgü Türkçe-Kürtçe hitap şekli bilmeyenlere kaba gelebilir, ancak bölgenin kültürünü bilenler bu hitap şeklinin ne denli bir nezaket içerdiğinin farkındadırlar.
Bingöl’den çok dostum var. Ancak bunlardan ikisi var ki birer ilim deryası. Malum geçimimi Arapçadan kitap tercüme ederek temin ederim. Bu yüzden bazen karşıma hem konusu hem de ibaresi son derece ağır kitaplar çıkabiliyor ve ekonomik şartlar gereği “yok yapmam” demek bir lüksüm de pek olmuyor. Neylersin, ekmek parası. İşte bu tür kitapların en zor ibarelerini çözmek hususunda bu iki dostumun yardımına başvururum ve tereyağından kıl çeker gibi çözerler. Bunlardan Şêx Seydayê Çanê diyanet camiasında görev yapıyor, Seyda İbrahim Özdemir de Bingöl üniversitesinde akademisyen. İkisi de medreseden mucaz. Kürtlerin tabiriyle “melayê danzdeh ilm” (on iki ilim bilen mela). Ve ikisi de son derece kibar. Zaman zaman İbrahim hocayla telefonda görüşür, sohbet ederiz, yolu İstanbul’a düşerse mutlaka görüşür hasbihal ederiz. Özellikle İstanbul’da olması hasebiyle Şêx Seydayê Çanê ile sık sık bir araya gelir, edebiyat, dil, kültür, din üzerine uzun uzun konuşuruz. Konulara hem geleneksel hem de modern perspektiften hakimiyeti müthiş. Kürtçe (Kurmancî ve Zazakî) ve Türkçe dışında Arapça ve Farsçaya hakimiyeti takdire şayan. Onunla sohbet etmek benim için terapi işlevini görüyor desem abartmış olmam. Bu yüzden onunla geçireceğim hiçbir fırsatı kaçırmam.  
Bir ara Şêx Seydayê Çanê “Bizim Bingöllülerin bir mevlidi var. Sen de gelir misin?” dedi. Tabi ki gidecektim. Mevlidin verildiği salona girer girmez aşinası olmadığım bir ortama girdiğimi hemen fark ettim. Bizim bölge insanının yoğun olduğu ortamların kendine özgü bir havası, bir kokusu, bir dili, hatta biraz gürültülü bir iletişim tarzı var. Burada ondan eser yoktu. Nasıl desem, sanki “beyaz Türkler”in mahallesinde, sosyete mevlidine gitmişiz gibiydi. Oturuş kalkışları, giyim kuşamları, asaletleri, üslupları son derece modern… “Yok hayır, bunlar bizim oralı olamazlar” dedirten cinsten. Daha fazla dayanamadım, seyda, yanlış yere mi geldik, bunlar pek Bingöllülere benzemiyorlar, dedim. Seyda  gülümsedi. Bunlar İstanbul’un ilk Kürtleri dedi. Sonra başladı hikayelerini anlatmaya.
“Fatih İstanbul’u fethedinceye kadar Bizans devleti Hıristiyanlığın farklı bir mezhebine mensup oldukları için Ermenilerin İstanbul’a gelip yerleşmelerine izin vermiyordu. Fetihten sonra Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden özellikle Bingöl-Kıği (Gıxê), Karlıova (Kanîreş) ve Elazığ-Karakoçan (Dep)dan büyük bir Ermeni göçü başlamış. Hepsi zanaatkar, esnaf ve kuyumcu olan Ermeniler gittikten sonra hemşerileri Kürtleri de peşleri sıra sürüklemişler. Bunlar o süreçte başlayan göçmen Kığili, Karlıovalı ve Karakoçanlıların birkaç kuşak sonraki çocukları.” İyice meraklandım. Hiçbiri Kürtçe bilmiyordu. Beyaz Türk sosyete gibi seküler bir yaşamları olduğu belliydi. Ama onlar gibi laikçi bir üstencilik taslamıyorlardı. Kürtlüklerini de inkar etmiyorlardı. Kürtçe bilmeseler de “Kürt kökenli” değil, düpedüz Kürt’tüler. Dinle ilişkileri çok farklı, dedi, seyda. “Dine son derece saygılıdırlar, oruç tutarlar, Cuma kılanları çoktur. Mevlidi özellikle Kürtçe okuturlar. Hemşeri derneklerinin çoğalmasından sonra yeni göçmüş hemşerileriyle hasret giderdikleri gibi din, diyanet, hoca ihtiyaçlarını da bu dernekler aracılığıyla hemşerilerinden karşılıyorlar, dini nikah vs için. İlk kuşak atalarından farklı olarak bunlar Hanefidirler. İstanbul’un Kadıköy, Beylerbeyi, Bakırköy gibi zengin semtlerinde oturuyorlar. Birçoğu sanayici, fabrikatör, tekstil üreticisidir.”  
Hafta içi İstanbul’un ilk Kürtlerini yazmaya karar verince hem bilgilerimi tazelemek hem de sohbet etmek için Şêx Seydayê Çanê’yi aradım. Buluştuk. Bu vesileyle Seydaya son kuşaklardan göç eden Bingöllülerin yöremizin diğer illerinden göç edenlerden farklı biraz daha üst düzeyli iş alanlarında çalıştıklarını söyledim. Mesela müteahhitlik hariç, amele, usta inşaatçı bir Bingöllüye rastlamadığımı söyledim. Seyda Ermenilerin çağırmasıyla İstanbul’a gelen ilk Bingöllüler hamallık benzeri o ağır işleri çekerek sıralarını savdılar, yeni kuşakların önünü açtılar, onları farklı, üst düzey işlere yöneltmiş oldular. Diğer iller yeni geldikleri için biraz daha zahmet çekecekler, dedi. “Kürt böreği” bu ilk kuşak Bingöllülerin icadıdır. Burma kadayıf şimdilerde Diyarbekir’e mal edilir, ama Ermenilerden öğrenen Bingöllüler onu yaygınlaştırdılar. Hatta Üsküdar’ın Horhor sokağı Kıği’nin bir köyünün adıdır ve bu adın verilmesinin sebebi orada o köyden gelen eski Bingöllülerin oturmasıdır diye ekledi
Seydaya Bingöl ile ilgili bir anımı paylaştım. TRT Kurdî’de program yaparken Solhan yakınlarındaki yüzen adalara gitmiştik. Çiçeklerin kokusundan resmen başım dönmüştü. Seyda araya girdi. Solhan’ın önceki adı Kürtçenin Zazaki lehçesinde “Boygul” (gül kokusu)dur. Bingöl de sanıldığı gibi “bin tane göl”den gelmiyor. Zaten bin tane göl de yok. Kürtçenin Kurmancî lehçesinde “Bîngul” (gül kokusu)dan gelir, dedi.
Seydanın tarih, edebiyat, dil, sosyoloji kokan sohbetini dinlemek Bingöl’ün dibindeki çiyayê şerefedînê’de (Şerafettin dağı) gül koklamak gibi baş döndürücü.