Hazım Sağıye
TT

Albert Camus'nün sevgisi hakkında

1970'lerde meşhur olan bir direniş şarkısında şöyle deniyordu:
“Direneceğim, direneceğim, direneceğim
Memleketimin toprağı üzerinde direneceğim
Azığımı elimden alsalar da direneceğim
Çocuklarımı öldürseler de direneceğim
Eğer evimi yıkarlarsa, ey evim, yıkıntılarının gölgesinde direneceğim.”
Bu halk dilinde yazılmış şiir şüphesiz “en güzel şiirlerden” değil ama “en gerçek olmayanlarından” olabilir ki böyle olması daha iyi olur, zira yazarının, eğer doğruysa, korkunç bir insan olması ve en az onlara karşı direndikleri kadar korkutucu olması gerekir. Çocuklarını öldürseler, azığını elinden alsalar, evini yıksalar bile direnişi zayıflamayan bir insan hayal etmek, ne kadar korkunç olduğunu anlamak için yeterli.
Fransız filozof ve yazar Albert Camus bu tip bir insan değildi.
Siyaseti insanlıktan arındırıp et kemik, duygu, ızdırap ve tereddütle bir bağı olmayan kutsal bir mertebeye yükseltmek onun düşünce ve mizacına tersti.
Jean-Paul Sartre ile İkinci Dünya Savaşı sırasında başlayan dostluğu bu nedenle birkaç yıl sonra bozulmuştu. Sartre, şiddetin büyük bir amaç, devrimin zaferi için haklı bir araç olduğuna inanıyordu, Camus buna inanmıyordu.
Camus, savaş sırasında Nazilerle işbirliği yapan birinin af edilmesini talep eden bir dilekçeyi imzalamıştı. Sartre ise imzalamamıştı. Camus’nün işbirlikçileri infaz etme konusundaki görüşleri de değişmişti, infazları suçu suç ile cezalandırmak, ince bir hukuk ve nezaketle cilalanmış bir intikam eylemi olarak görmeye başlamıştı.
Ancak Nazilere karşı direniş sırasında Sartre direnişe katılmazken, Camus, direnişin yeraltı gazetesi Kombat'ın yazı işleri müdürlüğünü üstlenmişti.
İkisi arasındaki anlaşmazlık 1951'de patlak verdi. Varlık ve Hiçlik’in yazarı, Stalin'i savunup, onun suçlarını haklı çıkarırken ya da inkar ederken, Camus "Başkaldıran İnsan" adlı kitabını yayınlamıştı. Kitabında Camus başkaldıran (rebel) ile devrimci (revolutionary) insanı birbirinden ayırıyordu. Anarşizmin onu ​​etkileyen birçok kaynaktan biri olduğu Camus’ya göre, devrimler yeni rejimler kurardı ama daha da önemlisi bunlar, devletin gücünü pekiştiren bir diktatörlükle sonuçlanırlardı. Fransız Devrimi'nden sonraki Robespierre terörü, Rus Devrimi'nden sonraki Gulag terörü bir tesadüften ibaret değil, aksine ideolojik devrimlerin kalıcı bir yöntemidir. Camus’ya göre ideolojik devrimler, Sartre'ın görüşünün aksine, insanlığa yardım etmedi, aksine acılarını artırdı. Louise Saint Just, Lenin'in selefiydi ve kolektivist anarşist Bakunin bile bireyin bir merkezi çalışma komitesine dahil edilmesi konusunda ısrarcıydı. Rousseau'dan Stalin'e, devrimci ve ideolojik süreç şüphe götürmez bir şekilde despotluğa yol açtı. Devrimci ideolojilerin totaliter politikalarının yükselişi, gerekçelerini felsefede, ilerlemede ve gelişmede bulan bir suçun yükselişinden başka bir şey değildi. Ancak bunlar müjdelediklerinin aksine, hayata karşı bir nefreti, "kendilerinin hem tanrı hem de şeytan rolünü oynamaları için tanrısız bir evrene” dair arzuyu ifade ediyorlardı.
Camus’nün başkaldıran insanı böyle bir devrimci değil. Bir ideoloji benimsemez ve onun aracılığıyla iktidarı ele geçireceği bir parti kurmaz. Ancak adaletsizlikle mücadele eder ve günlük hayatta karşılaştığı adaletsizlikleri kendiliğinden protesto eder.
Dahası, felsefesini tanımlamak için kullanılan absürtlüğe olan inancına rağmen, başkaldırıyı, onu yaşamaya devam etmek ve anlamlandırmak amacıyla hayatın absürtlüğüne karşı kaçınılmaz bir direniş olarak görür. Evrensel insani ideallere kapı açarak, varoluşun sahibinin kişiliğini aşmasına olanak tanıyan da bu başkaldırıdır.
Camus, bireyin insanlığına odaklanır. Hakiki başkaldırı, güç ve yıkım araçlarıyla bireylere herhangi bir mutluluk empoze etmez. Aksine şiddetin karışmadığı ortak değerlere duyulan ihtiyacı kabul eder. Böylece “Ben yeni bir savaşa karşıyım, bugün başkaldırı, savaşa başkaldırmak demektir” der.
Sartre ise adil olarak gördüğü ve ona hizmet edecekse yasakların çiğnenmesine izin verilebileceği konularla ilgileniyordu. Ahlakçı saydığı Camus ile anlaşmazlıkları, Cezayir devrimi ile birlikte yeniden alevlenmişti. Sartre kurtuluş ve bağımsızlık için savaştığından, “Cezayir Kurtuluş Cephesi”ni mutlak şekilde destekliyordu. Camus, “Cephe”nin 1957'de Musali el-Hac grubundan rakiplerine yaptığı katliamdan dehşete kapılmış ve ona karşı antipati duymaya başlamıştı. Balluza katliamı olarak bilinen bu olayda 375 kişi boğazlanarak ya da ve kurşunla infaz edilmişti. Camus’ya göre bu katliam hiçbir şekilde haklı gösterilemezdi. Onun “dengeli” ve “akışkan” duruşunun kızdırdığı genç bir Cezayirli ona karşı çıktığında Camus, "Şimdi mücahitler Cezayir'de halkın bindiği otobüslere bombalar yerleştiriyorlar, annem de bu otobüslerdeki yolculardan biri olabilir, eğer adalet buysa ben annemi seçiyorum” demişti. Araplar ve dışındakilerin ona öfkeli tepkiler göstermelerine neden olan bu ifade, onun Cezayir’deki Fransız sömürgecilerin ve yerleşimcilerin eylemlerini desteklediğini ima etmek için kullanıldı.
Gerçek şu ki, siyasi olanı sadece insani bir bakış açısı ile yargılayabilen Camus burada, sivilleri hedef almanın kabul edilemez ve ahlaki açıdan tiksindirici olduğunu kastediyordu. Bu hedef alma yabancı işgalcileri değil masumları öldürüyordu ve öldürülenler akrabaları ve arkadaşları olan gerçek insanlardı.
O zamanlar Camus’nün sözleri, Sartre ve onun kopardığı gürültüden yana olan Fransız seçkinleri çevresine cazip gelmemişti. Cezayirli direniş savaşçılarının kökünün kazınmasını isteyenler ile eylemlerini sorgulamadan onlara bağlı olanlar arasındaki kutuplaşma keskindi. Camus, böyle bir ortamda, direnişçiler arasından ölüme mahkûm edilenleri savunmak için dilekçeler yazmakla ilgilendi. Adı anılmadan, gazetelerde fotoğrafı çıkmadan bu tür en az 150 kadar olaya müdahale etti.
Sivillerin ölümüne yol açan şiddetten kaçınma konusundaki ısrarı, onu ayrıca barışçıl bir hareket oluşturmak, çatışan tarafları sivil bir çözüme ulaştıracak bir diyaloga yönlendirmek amacıyla Fransa'yı terk edip Cezayir'e dönmeye sevk etti. Ancak girişimleri başarısız oldu.
Camus'nün Cezayir'in bağımsızlığından yana olmadığı doğrudur. Ancak kabul edilmesi zor olan bu görüşü, ne bir yağma ve zorbalık arzusundan, ne de buna imkan veren bir konumdan kaynaklanmaktadır. Onu harekete geçiren duygu, sevdiği bu topraklar üzerinde eşit haklara sahip olduğudur. Camus Cezayir’de doğdu, okudu ve en yoksul işçi ortamında yaşadı. Babası Birinci Dünya Savaşı'nda hayatını kaybetmiş bir asker, annesi okuma yazma bilmeyen, evlerde hizmetçilik yapan bir kadındı. Camus Cezayir'de geçen ve gazetecilik yaptığı gençliği sırasında, kolonyal sömürünün doğrudan bir sonucu olarak gördüğü Cezayirlilerin sefaleti hakkında inandırıcı haberler yazmıştı.
Hayatının geç dönemlerinde durumunu acı bir şekilde şöyle özetlemişti: “Yıllardır çoğunluğun ahlakına göre yaşamayı arzuladım, kendimi herkes gibi yaşamaya zorladım. Ayrı ve bağımsız olduğumu hissettiğimde bile, çoğunluğa bağlanmak için söylenmesi gerekenleri söyledim. Tüm bunların sonucu felaketti, çünkü şimdi kendimi harabelerin arasında gezinip kendimin ve eksikliklerimin içine kapanmış görüyorum”.
Ancak ne olursa olsun, siyasetin Albert Camus'da olduğu gibi insani bir dille konuşmadığı bir gerçektir.