Muhammed Ali Sekkaf
Yemenli yazar
TT

Üçüncü Dünya, Batıya düşman mı?

Üçüncü Dünya ülkelerinin Batı’ya karşı tutumları genel olarak gerçekten düşmanca mı?
Yoksa bu algı sadece, göründüğünden daha karmaşık olan şeylerin karikatürize edilmiş birer basitleştirilmesinden mi ibaret?
Bunda biraz olsun doğruluk varsa, o zaman bu düşmanlık neden?
Sömürge dönemi ile Üçüncü Dünya ülkelerinin milli bağımsızlıklarını kazanmaları arasında onlarca yıllık mesafe varken bu düşmanlığın, Batının bu ülkelerin çoğunu sömürgeleştirme tarihi ile bir alakası var mı?
Üçüncü Dünya ülkeleri nedir? Bu “üçüncü dünya” terimini nasıl tarif edebiliriz?
Papa Francis’in şubat ayının başında, Afrika kıtasını üçüncü ziyaretinde, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin başkenti Kinşasa’da yaptığı konuşmada Batıya yönelik açıklamaları sert ve güçlüydü: “Kongo’dan, Afrika’dan ellerinizi çekin!”
Papa, siyasi sömürgeciliğin yerini alan ve özellikle madenlerde ağır ve aşağılayıcı çalışma koşullarında ölen çocukları vuran ekonomik sömürgecilikten dolayı Afrika’nın maruz bırakıldığı “sömürüyü” kınadı.
Bu ifadeleri okurken ilk başta Afrikalı bir siyasi lider tarafından dile getirilip, yanlışlıkla Papa’ya atfedildiğini düşündüm. Ama Papa’nın kökeni ve mensubu olduğu ülkeyi biraz araştırdıktan sonra anladım ki o, Üçüncü Dünyadan, Güney Amerika ve tam olarak Arjantin’den, dolayısıyla da Avrupa dışından gelen ilk papaymış.
Papalığının en başından beri Afrika kıtasına özel bir önem gösteriyor ve bu gazetenin ifadelerine göre “yüreğine en yakın ve ilgiye en muhtaç” kıta olarak görüyormuş.
İster Afrika ister Asya ister Latin Amerika’da olsun, Üçüncü Dünya vatandaşlarının çoğunun memleketi, Batı tarafından sömürüldü. Bazıları, ülkelerini sömürüden, özel olarak da üzerinde güneş batmayan imparatorluk olarak nitelenen Büyük Britanya’nın ya da ikinci sömürgeci güç Fransa’nın sömürüsünden kurtarmak için silaha sarılmış olmakla iftihar ediyor. Azınlıkta kalan bazıları ise Batı sömürge döneminin bitmiş olmasından ötürü pişmanlık duyuyor, zira Afrika ve Güney Amerika’daki istikrarsızlığın ve askeri darbelerden doğan “ulusal rejimlerin” gölgesinde tanık oldukları ve yaşadıkları ortada; gücü ve serveti tekelinde tutan Batılı azınlıkların yerini alan oligarşik rejimler de cabası…
İki büyük kutbun, yani ABD ile Sovyetler Birliği’nin hüküm yürüttüğü Soğuk Savaş döneminde gelişmekte olan bir grup ülke, 1955’te 29 heyetin katılımıyla düzenlenen Bandung Konferansı’nda ne batı ne de doğu bloğunda konumlanıp, tarafsız bölgede kalmaya çalıştı. Mısır’ın lideri Cemal Abdunnâsır, Hint lider Nehru ve Yugoslavya Devlet Başkanı Tito, bu topluluğun önde gelen önderlerindendi. “Üçüncü Dünya” adlandırması ve onu Batı karşıtı olarak sınıflandırmak bu bakımından büyük bir abartıdır. Bu yüzden BM raporları, “Üçüncü Dünya” terimi yerine, zengin Kuzey ülkeleri ile sanayi bakımından ilerlemiş ülkelere kıyasla fakir ve gelişmekte olan ülkeler olarak Güney yarımküre ülkeleri adlandırmasını tercih etti.
Bu gazetede yer alan önceki bir makalede de açıkladığımız gibi Çin, gelişmiş bir ülke mi gelişmekte olan bir ülke mi?  
Bu soruya vereceğimiz cevap belli: Çin, durumdan elde ettiği büyük avantajlardan ötürü Üçüncü Dünya’da gelişmekte olan bir ülke konumunu muhafaza etmeye çalışsa da gelişmekte olan bir ülke değil.
Hindistan, Bağlantısızlar Hareketi’nin kurucu ülkelerindenken bugün, dış politikasında “çoklu hizalama (multi-alignment)” denen durumu benimsiyor.
Şöyle ki dış ilişkilerde ön kabule dayalı tutumlar yerine, artık çıkarların farklı iş birliği alanlarına göre belirlediği tutum ve ilişkiler söz konusu. Bunu Ukrayna-Rusya krizindeki tutumunda bilfiil uyguladı.
Hindistan, 7 Haziran 2017’de Şangay İşbirliği Örgütü’ne tam üye olarak katıldı. Bu örgüt, kurucu üyelerinin hem Rusya hem de Asya’daki bazı eski Sovyet cumhuriyetlerinden oluşması sebebiyle bazı Batılı gözlemciler tarafından Batı çıkarlarına karşı bir kuruluş olarak görülüyor. Hindistan, Ukrayna krizinde, Moskova ve Batı ile ilişkilerini dengelemeye çalışırken oldukça temkinli diplomatik adımlar attı. Bu sebeple Rusya, Ukrayna’yı işgal ettiğinde ve bunun üzerine mart ayında BM Güvenlik Konseyi toplandığında Ukrayna ve Rusya, belirgin bir tutum alması için Delhi’ye açık çağrılarda bulundu. Hindistan ise çekimser kalmayı tercih etti ve yaptığı açıklamada doğrudan herhangi bir ülkenin adını zikretmemekle birlikte uluslararası toplumun diplomasi ve diyaloga bir şans verilmesi yönündeki çağrılarına karşılık verilmediği için üzgün olduğunu ifade etti.
Bir diğer deyişle Hindistan bu açıklama ile Rusya’dan dolaylı olarak, BM Sözleşmesine ve uluslararası hukukun ilkelerine riayet etmesini talep etti. Eylül ayında Özbekistan’da düzenlenen Şangay Zirvesi toplantısında Başkan Putin ile Hindistan Başbakanı Narendra Modi’yi bir araya getiren görüşmede Modi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal kararından ötürü dünyanın uğradığı zarara ve dünya için şu an savaş zamanı olmadığına dikkat çekti.
Hindistan’ın, Rusya işgalinin başlarında BMGK’deki tutumu ile konferansın oturum aralarında Başkan Putin’le görüşmesindeki ses tonu ve kınaması arasındaki farka da dikkat çekiliyor. Özellikle Arap Körfezi ülkeleri düzeyinde olmak üzere Arap tarafının tutumu, Rusya-Ukrayna krizi meselesinde tarafsızlık esasına dayanıyordu.
Çin ve Hindistan ise Rus işgalini kınayan kararın lehine oy vermekten kaçındılar ki bu, bazı Batılı yetkilileri şaşırttı.
Suudi Arabistan’ın, kararın tek başına değil örgüt tarafından toplu bir şekilde alınması esasına dayalı olarak, OPEC+ örgütü aracılığıyla petrol üretimini artırmayı reddetmesi de hiç şüphesiz çok önemli bir rol oynadı.
Yine hiç şüphe yok ki Çin Liderinin Suudi Arabistan’ı ziyareti ve Riyad’da Arap liderlerle buluşması da Arap ülkelerinin, dış ilişkilerini çeşitlendirme ve çatışan herhangi bir tarafa düşmanlık gütmeden, her şeyden önce ve sonra çıkarlarını gözeten yükselen bölgesel güçler olarak yola çıkma kararlılığına dair açık bir mesaj verdi.