Ekrem Bunni
Suriyeli yazar
TT

Ahmed ve deprem!

Ahmed, toz ve dört bir yana saçılmış taşların arasında, iş yerinden nefes nefese kalırcasına koştu. Yaşananlara inanamıyormuş gibi yıkılan evinin enkazının etrafında deli gibi döndü. Yıkılan beton sütunların arasında gördüğü küçük deliklere doğru koştu. Belki bir ses, bir yardım nidası duyar ümidiyle peş peşe bir o kulağını bir bu kulağını deliklerden uzattı. Uzunca bir süre dinledikten sonra bir beklenti ile başını göğe kaldırdı ve yüzünü o küçük deliklerden birinden sokup yürek parçalayan bir feryatla karısına ve çocuğuna seslendi: Semira, Havle... Tekrar dinledi, belki bir ses gelir diye…
Kızı Havle’ye annesinin adını koymuştu. Kaderin cilvesine bakın ki, annesi de yıllar önce Şam yakınlarındaki Muadamiye kentinde yıkılan evlerinin enkazı altında can vermişti. Evleri göz açıp kapayıncaya kadar ‘baskıcı rejimin varil bombalarından’ biri yüzünden moloz yığınına dönüşmüştü. Belki birisi annesine hızlı bir şekilde ulaşabilseydi kurtulabilirdi. Ancak gözlerine ilişen herkesi öldürmek için pusuya yatan keskin nişancıların kurşunlarından kaçınmak için geceyi ve karanlıkta hareket etmeyi beklemek gerekiyordu. Aynı kurşunlar kardeşi Halid’i öldürmüş, cesedi yakıcı güneşin altında caddenin ortasında öylece kalmış ve ancak karanlık çökünce alınabilmişti.
Varil bombaları ve deprem arasında, aynı görüntüler halen kalbinde ve ruhunda derince oyuklar açıyordu. Küçücük evlerin un ufak oluşu, dakikalar önce heybetli duruşu olan yüksek binaların dehşet verici çöküşleri... Bıçak neşterinin altından geçmiş ekmek gibi yarılmış yollar… Bir o yana bir bu yana amaçsızca koşan insanların paniği... Enkazların kaldırıldığı ve cesetlerin çıkarıldığı görüntüler... Enkazların arasında sağ kalan biri bulununca kopan sevinç, alkış ve tekbir tufanı…
Şehrinden ayrılmak istememişti. Ancak şehir ‘uzlaşma’ denilen şeye dahil edildikten sonra Suriye'nin kuzeyine taşınmak zorunda kalmıştı. Kuşatılmış şehir halkına, ‘insaflarına’ kalmakla gitmek arasında seçim yapma şansı vermişlerdi. Halkı tüketen sadece kuşatma değildi. Belki de yaralı arkadaşlarının acı içinde kıvranıp can çekişmelerini, çocukların açlıktan kıvranışını, genç kızların toprağın verdikleri otları toplayıp annelerine yemeğe benzeyecek bir şeye dönüştürmeleri için götürüşünü ve en önemlisi de rejjimin ve müttefiklerinin şiddetinin, azim gördükleri mahalle ve bölgelere ‘uzlaşma ve anlaşmalar’ dayatmayı başarmasıyla birlikte direniş fırsatlarının azalmasını görmeleriydi.
“Nasıl kalıyorsun, deli misin?” Silah taşımadığı ve savaşmadığı gerekçesiyle kalmak istediğini fark ettiği sırada arkadaşı öfkeyle kendisine böyle sormuştu:
“İsimlerimiz terörist olarak listede. Kendi hayatını ve eşinin hayatını riske atıyorsun. Öldürülenler ya da tutuklananlar, işkence görenler ve kaybolanlar silah taşıyor muydu, savaşıyor muydu? Kimyasal saldırı silah taşıyanla silahsızı ayırt etti mi? Yardım aktivistleri veya doktorlar ve sağlık görevlileri silah taşıyorlar mıydı? Peki ya okullardaki çocukların bombalanması, ekmek fırınlarının önünde, pazarlarda iki lokma bir şey almaya çalışırken katledilen savunmasız insanlar?”
Sustu ve başını eğdi. Arkadaşının bahsettiği her şeyi çok iyi biliyordu ve bir an bile aklından çıkmamıştı. Ancak belki de onu ayrılmaya asıl ikna eden şey, hamile eşi ve otoriter bir nefretin sillesini yerlerse eşi ve yeni doğan bebeğinin başına gelebileceklerden duyduğu ‘korkuydu’.
Gerginlik ve telaş arasında, sesini duyan kurtarma ekiplerinden evinin enkazı altında kalanları bir an önce çıkarmalarını istiyordu. “İki katta 4 aile, yaklaşık 20 kişi var” diyordu ve açıklamaya devam ediyordu: “İçlerinde kızımın da olduğu 10’dan fazla çocuk var”. Telaş ve korku arasında, artçı sarsıntıların durumu daha da kötüleştirmemesi için dua ediyor ve kurtarma ekibinden birine doğru koşup elini nazikçe tutarak, enkaz altındakilerin nefes almasını sağlayan boşluğun kapanabileceği endişesiyle ondan yavaşça kazmasını rica ediyordu. Korku ve umut arasında, evinin enkazını terk edip kurtulan birini karşılamak için tezahüratlara katılıyordu. Depremden beş gün sonra yakındaki bir binanın enkazından bir çocuğun kurtulmasıyla umutlar yeşermişti. Ne var ki çocuk, ailesini ve tüm kardeşlerini kaybetmiş, yalnız kalmıştı.
Kurtarma ekiplerinin konuşmasından, oturduğu binanın enkazı altından ses gelmediğini, ihtiyaç duydukları dış yardımların ve gelişmiş aletlerin henüz varmadığını anlayınca gözünden akan yaşlara engel olamadı. Başını onlara doğru eğerek, feri sönmüş hüzünlü gözleriyle aramaya devam etmeleri için yalvardı. “Belki biri hayatta kalmıştır ya da yardım gelir” diyordu onları teşvik etmek için…
Ancak kalbinin derinlerinde bir yerde, yaşadığı acı tecrübelerden ötürü yardımın genelde doğru zamanda gelmediğini biliyordu. Uluslararası kuruluşların yavaşlığını ve birden fazla yerde mağdur olan Suriyelilere yardım eli uzatmakta gecikmelerini arkadaşları ile birlikte deneyimleyen ve bu kuruluşların ‘meşruiyet’ sahibi olduğu gerekçesiyle rejimin kurumlarını tercih edip onlarla kolayca iş yapmalarının kalplerini ne kadar acıttığını unutmayan kendisi iken nasıl bilmesin ki! Suriyelilerin dünyalarının başlarına yıkılmasını, öldürülmesini, tutuklanmasını ve yerinden edilmesini durdurmak için yıllarca parmağını kıpırdatmayan uluslararası toplumun olumsuzluğunu da deneyimlemişlerken nasıl böyle düşünmesin ki?! Yetmeyip İran ve milislerinin dozu artırmalarına ve Suriyelilerin etlerini dişleyip inşa ettikleri şeylerden eski ve tazelerini yemek için nefret ateşini körüklemelerine izin bile vermişlerdi.
Altıncı gün enkaz altında kalanların kurtulabileceğine dair ümit kalmamıştı. Arama komiteleri kurtarma aşamasının sona erdiğini ve molozları kaldırmaya ve cesetleri çıkarmaya başlayacaklarını açıkladığında içini parçalayan derin bir acı hissetti. Umutsuzluk ve keder duyguları, kurbanların cesetlerine ulaşmak için molozları kaldıran buldozerlerin kükremesiyle tamamlandı. Saatler sonra eşinin ve çocuğunun cesetlerini tanıdı. Vücutlarında herhangi bir bozulma yoktu. Belki de küçük araçlar onlara ulaşıp onları kurtarmayı başaramayınca boğularak ölmüşlerdi.
Eşini ve çocuğunu defnettikten sonra ayakları istemsizce onu Yetim Çocuklar Kayıt Komisyonu'na götürdü. Nefesini toparlayıp içeri girdi ve hararetle hayatta kalan ancak tüm ailesini kaybeden beş yaşındaki çocuk komşusunu sordu. Komisyon birinci derece akrabaları olabileceğinden zar zor kendisine geçici bakım izni vermeyi kabul ettiğinde, kendisi için bir ufkun açıldığını hissetti. Gerekli belgeleri imzaladı ve çocuğu battaniyelere sararak kendisine verilen çadıra götürdü. Küçük çocuk uyuyordu. Onu yatağına yatırdı ve üşümesin diye yorganını düzeltti. Usulca yanına diz çöktü. İlk defa kederini ve acısını boşaltma ve belki de depremden beri ilk kez derin bir uykuya dalma ihtiyacı hissediyordu. Uyuyan küçük çocuk, minik elini battaniyeden çıkarır çıkarmaz elini hızla yanağıyla titreyen elleri arasına götürdü ve hıçkırıklara boğuldu!