Hazım Sağıye
TT

İntihar edenler, intiharları karşısında eşit olmadıklarında

Bazı akademisyenler intiharın psikolojik sebepleri hakkında araştırma yapar, diğerleri de genetik nedenler üzerinde dururken Emile Durkheim toplumsal nedenlere odaklandı.
Onun, sanayi devrinin olgularını ve o zamanın söz konusu olgulara dayattığı değişimleri incelerken intihar “kıtasının” keşfine katkı sağlamasını temin eden de bu yaklaşımıydı.
İntihar oranlarının birçok Batı ülkesinde aşamadan aşamaya geçtikçe artış göstermesi üzerine Durkheim paniğe kapıldı. Bu durum onu, Avrupa’nın sanayileşme, kentsel büyüme ve geleneksel bağların çözülmesi neticesinde çürümeye maruz kaldığı sonucuna ulaştırdı. Öyle ya bağların gevşemiş olması, bireyleri yalnız, yalıtılmış ve korkmuş bir hale sokarken bazıları, kendi elleriyle canına kıymayı seçer.  
Bu nedenle bu olguyu anlamak için, güdüler ve diğer psikolojik ögelerden ziyade toplumsal olana bakmak tavsiye edilir, zira intihar “toplum hastalıklarının belirtilerinden biridir”.
Fransız Sosyolog, İntihar adlı monografisini 1897’de yayınladı. Bu, istatistiklerin nispeten hala ilkel olduğu bir dönemde, mevcut verilere ve onların analizine dayalı olarak bu olgu üzerine yapılan ilk deneysel çalışmaydı.
Çalışmasının taşıdığı belki de en önemli özellik, intihar edenler arasındaki eşitsizliğe ışık tutmasıydı. Dinler, intiharı yasaklama konusunda eşit olsa da din mensupları intihar karşısında eşit değil. Sözgelimi intihar eden Protestanların oranı, Katoliklerden daha yüksek, çünkü Protestanlar, geleneksel olarak Katolik Kilisesinin cemaatçi otoritesine karşı bireyciliği gözetiyor. Onların nazarında birey ile Tanrı arasındaki ilişki için din adamlarının veya mümin cemaatinin aracılığına gerek yok ki bu da onların kilisesini, dayanışma ve uyum sağlamadaki tüm rollerden mahrum ediyor. Üstelik eğitim de öğrencinin, mensubu olduğu cemaate hâkim olan inançlara daha az açık olması nedeniyle etkili rolünü muhafaza ediyor. Protestanlar geleneksel olarak eğitime daha fazla önem verir; zaten Protestan reformu da İncil’in konuşulan dillere tercüme edilmesine dayalı olarak ortaya çıktı ki bu, Kilisenin İncil’i okuma ve yorumlama tekelini kırdığı gibi cehaleti de ortadan kaldırarak kitap basımını artırdı.
Yirminci yüzyılın başlarında Avrupalı Protestanlar, Katoliklerden daha eğitimli olduklarında, bir cemaat olarak daha az uyumlu oldukları ölçüde intihara daha meyilli hale geldiler.
Ancak buna karşılık Yahudiler, daha eğitimli ve zulme daha fazla maruz olmalarına rağmen onlardaki intihar oranı diğerlerinden daha düşük kaldı. Durkheim bu “Yahudi bilmecesinin” açıklamasını, Yahudiler arasındaki yüksek uyum derecesinde bulur. Onların eğitimleri ise zulüm ve ayrımcılık sebebiyle, hâkim olan kitlesel kanaatlerini değiştirmeyi değil de dini daha iyi anlamak için onları doğrulamayı hedefliyordu. Yani eğitim bu durumda “kitlesel vicdanı” tahrip eden bir unsur olmaktan çıkarak onu pekiştiren bir unsur haline gelir.
Aynı şekilde evli çiftlerdeki intihar oranı da evli olmayan çiftlere göre daha düşüktür, çünkü eşi ve çocukları sahipsiz bırakma konusundaki sorumluluk duygusundan ötürü “intihara karşı evlilik kalkanı” mevcut. Bunların arasında da çocuğu olmayanlar, çocuğu olanlara göre daha fazla intihar ediyor, aynı şekilde daha eğitimli oldukları için erkeklerin intihar oranı da kadınlara göre daha fazla (ki bu, bugünün Avrupa’sında artık geçerli değil). Bu oran, ekonomik durgunluk esnasında yükseldiği gibi olumlu veya olumsuz beklenmedik değişikliklerden dolayı hızlı refah sırasında da yükselmekle birlikte duygudaşlık ve sadakati seferber eden büyük sıkıntılarla birlikte düşer, zira belirli bir cemaat veya “vatan” ve “vatandaşlık” aidiyeti artarak intihar azalır.  
Durkheim bu çalışmada dört model kaydeder:
Bencil (egoistic) intihar modelinde kendilerini başkalarına bağlayan toplumsal bağlardan yoksun olduğunda bireylerin intihar etme ihtimali daha yüksek olur. Nitekim onlar, sıkıntı ve zorluklarla yüz yüze kaldıklarında başvuracak (karı veya koca, evlat, arkadaş, tanıdık…) kimse bulamazlar. Tanıma göre sadece kendisini önemseyen kişinin gerçekleştirdiği bencil intiharda kişi, başkalarını hesaba katmadan intihara meyleder ki zaten onlarla bağı kopuktur.
Teknik ve ekonomik değişim hızlanırken sosyal ilişkiler, yeni bir değerler sistemi oluşturamaz ki bu noktada kuralsız (anomic) intihar ortaya çıkar. Geleneksel toplumlara kıyasla daha dinamik ve değişime maruz olan modern toplumlarda daha belirgin şekilde gördüğümüz bir kırılma ve parçalanma söz konusudur. Dolayısıyla bir toplumun ilerlemesine ve sanayileşmesine, o toplum içindeki intihar oranlarının artışının eşlik etmesi artık şaşırtıcı değil. Bununla birlikte kuralsız intihar, ölüm veya boşanma gibi, ailede meydana gelen ve alışıldık olanı bozan dönüşümlerden de kaynaklanabilir.  
Elcil veya özgeci (altruistic) intihar modelinde de cemaatle mutlak bütünleşme ve onun hizmetine adanma, kendini onun uğrunda kurban etmeyi kolaylaştırır. II. Dünya Savaşı’ndaki Japon kamikaze pilotları ya da elde olan azıcık parayı karısı ile çocuklarına bırakmak için ölmeyi seçen adam veya ölümleriyle kutsal bir amaca hizmet ettiklerini düşünen ve kitlesel ve ritüel olarak intihar eden mümin grupları veyahut efendinin ayrılmasından sonra yarın ölümün kaçınılmaz olduğu düşüncesiyle efendisinin vefatının ardından intihar eden bağlılar veya hizmetkârlar bu modele örnektir.
Dördüncü modelse kaderci (fatalistic) intihardır. Kimileri bunu Marx’ın yabancılaşma (alienation) kavramına benzetir: toplumsal uyumun zayıflığına karşı bireyciliğin düzen ve örgütlenme eksikliğinin yoğun olması. Çocuksuz kadınların ve zincirlerini koparmaktan ümidi kesen bir kölenin mahkûm olduğu tek başınalık ve izolasyon hali gibi. Ancak Durkheim, bu modeli sanayileşme öncesi toplumsal düzenle ilişkilendirerek, kendi zamanında artık görülen bir olgu olmadığını düşünüyor.
Ölüme ek olarak bu modelleri bir araya getiren şey, ister çoğu durumda olduğu gibi mahrum olunduğu için ister özgeci intiharda olduğu gibi onu savunmak için olsun, toplumsal uyumdur. Bu, 1893’te yayınlanan, en önemli eseri Toplumsal İşbölümü adlı kitabında da görüldüğü üzere Durkheim’ın sosyolojik teorisinin gövdesi sayılan “toplumsal dayanışma” kavramıyla sıkı bir şekilde bağlantılıdır.
Durkheim, resmî istatistikleri “eleştirmeden kabul ettiği” ve on dokuzuncu yüzyılın sonlarıyla yirminci yüzyılın başlarında hâkim yaklaşıma uyup, karmaşık olguların açıklaması olarak tek neden veya “yasa” öne sürdüğü eleştiriye uğradı. Toplumsal dayanışmayı, eleştiri ve muhalefeti boşa çıkarabilecek bir seviyeye yükselttiği de düşünülmüş ve bu, bazı milliyetçi ve gericilerin ona çok değer vermesine neden olmuştur.
Onun görüşüne meydan okuyan veya bu görüşler üzerinde ekleme ya da düzeltme yapan çok kişi vardı. Ancak nasıl ki Freud psikanalizde “gündem belirleyici” olarak kaldı, Durkheim de öyle idi. Davetçilerin de muhaliflerin de hareket noktası o oldu.