Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

Bir irade eylemi olarak medeniyet

Geçen yüzyılın 50’li ve 60’lı yıllarında Cezayirli düşünür Malik bin Nebi’nin “sömürülebilirlik potansiyeli” tezi oldukça meşhurdu. Bu olgunun iki boyutu var: Biri, yapısal zayıflık ki bu, yükselen güçleri saldırmaya teşvik eder; ikinci boyut ise emirliktir ki meşhur İbn Haldun’cu kaideye göre bu durumda “galibi taklit ederek mağlup olana” tutku hâkim olur.
Malik bin Nebi’nin bu görüşü, oryantalistlerin ve Arap-Müslüman geleneği eleştirmenlerinin 19’uncu yüzyılın sonlarından beri söz birliği ettikleri bin yıllık gerilemenin sebeplerini açıklayan son formül oldu.
Her iki durumda veya zamanda da bu gerileme görüşü net değildi. 19’uncu yüzyıl ila 20’nci yüzyılın başlarında uyanış, ayaklanma ve sömürgeciliğe direniş belirtileri oldukça yaygındı. Sömürgelikten kurtulma, dünyada yenilenme ve yeniden yapılanma hareketleri 1950’li yıllarda, yani II. Dünya Savaşından sonra da yükselmişti.
Bakışlar, bu karamsar görüşün sebepleri konusunda farklılık gösteriyordu. Sebepler kimine göre 19’uncu yüzyılda sömürgeciliğin hâkim olmasına dayanıyordu, kimine göre ise I. Dünya Savaşının ardından sömürgeciliğin yeniden hareketlenmesine.   
Bununla birlikte medeniyetin çöküşünün, genel akışında olduğunu ileri süren tarihçiler veya teorisyenlerin durduğu nokta ya da noktalar üzerine düşünmek gerektiğine dikkat çekenler de olmuştur. Doğudaki gerileme veya Doğunun yozlaşmasına dair teori, Batıdaki uygarlığın gerilemesine ilişkin görüş ve fikirlere benziyordu. Bu noktada Alman Oswald Spengler’in I. Dünya Savaşı arifesinde Batı Medeniyetinin Çöküşü başlıklı değerlendirmesinden bahsediliyor. Aynı görüşü, 1940’lı yıllarda Alexis Carrel’in ‘İnsan Denen Meçhul’ çalışmasında da görüyoruz: İnsan o kadar bilinmez! Spengler’de -Nietzsche’de olduğu gibi- Hıristiyanlıktaki trajik ruhun tezahürünü buluyoruz ve Carrel’de bu bozulmanın, maddi bilimlerin insani bilimlerin önüne geçmesinden kaynaklandığı sonucuna varıyoruz. Arnold Toynbee ise iki görüşe de katılmıyordu; ona göre ilk görüş isabetliyse o zaman Avrupa medeniyeti son üç asırda nasıl gelişti? Carrel’in II. Dünya Savaşının dehşetinin tezahür ettiği görüşüne gelince; Hitler’in deliliğine karşı kazanılan zafer, meydan okuma ve karşılık verme arasında birikmiş bir tarihî geleneğe sahip insani medeniyet ruhunun bir zaferidir. Toynbee ve Fernand Braudel, tarihin uzun vadeli hareketi üzerinde çalışırken Alexis Carrel, Malik bin Nebi ve Spengler, bireylerin ve grupların insani özlerindeki madde ve ruh ilişkilerine odaklandılar. Bir diğer ifadeyle denebilir ki Carrel ve Malik bin Nebi’nin yaklaşımı irade temelliyken, Toynbee’ninki tarihseldi.
Medeniyetin kaderine dair bu bahsi, Arap Doğusu ile Amerika ve Avrupa Batısında tırmanan karamsar eğilimden ötürü yeniden açtık. Arap Doğusunda rejimlerin parçalanması ve savaşların patlak vermesi, Amerika ve Avrupa Batısında ise kapitalizmin krizleri, halkçılık tezahürleri ve son olarak da Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle.
Konstantin Züreyk, tanınmış bir düşünürdü ve Malik bin Nebi’ye verilen cevaba benzer şekilde o da medeniyetlerin ayağa kalkmasının bir ferdin ya da cemaatin kararına dayalı bir irade meselesi olmadığını ve daha çok iki şeyde: sömürgecilikten kurtuluş hareketi ve ulus-devletin kurulması gibi küresel bağlamlarda olduğunu ve temsil edildiğini savundu. Malik bin Nebi de “Muvahhidler sonrası dönemi” hatırına getirdi (yani Mağrib’deki son güçlü devletleri; Doğuda da biz Haçlı Seferleri ile Moğol İstilasını hatırlıyoruz), daha sonra “Mısır rönesansı”, Asya-Afrika İttifakı ve Bağlantısızlar Hareketi’ne doğru ilerledi; ona göre bunların her biri inanç, mekân ve zamana dayalı aynı iradeli duruşla, sömürgeciliğin tahribinden kurtulmanın olası bir yoluydu. Ancak 70’li yıllarda her iki isim de biraz karamsarlaştı. Züreyk “hakkını almaktan” bahsederken, Malik bin Nebi din adına yapılan yıkıcı protestoların yükselişinden bahsetti!
Bu karamsarlık ve yalnızlık duygusunun Arap Doğusunda son yirmi yıldaki olaylarda bir açıklaması varsa da ABD ve Avrupa’da durum öyle değil. Ancak Amerikalılar ve bir dereceye kadar Avrupalılar kendi durumlarını, entelektüeller ve medeniyet düşünürlerinin bizim durumumuza dair teşhislerinden çok da farklı olmayan bir şekilde teşhis ediyorlar. Bu tasavvurun dayanak noktası şu: Otuz yıl önce zaferden yana doygunken bugün Çin üstünlüğü ve yükselişine karşı koymanın yükü altında kalan Batı medeniyetinin başı olarak ABD’nin rolü geriliyor. Üstelik bu yükseliş, Güney Çin Denizi’nde ve Rusya Federasyonu’nun 1990’dan sonra kaybettiklerini geri almak için gösterdiği askerî çabalarla askerî bir mahiyet kazanıyor. Üçüncüsü, küreselleşmenin ortaya çıkardığı krizlerdir. ABD, dünyayı piyasa ekonomileriyle süpürmek için dalgalar yaratıyor; şayet başarısızlık alışkanlık halini alırsa pazar, pazarlara dönüşür ve rekabet özgürlüğü, küçük ve orta büyüklükteki aktörlere büyüme ve ABD’ye tek başına saldırma imkânı sağlar. Avrupalılara gelince, Ukrayna’daki savaştan önce bile önce Britanya’nın AB’den ayrılması, sonra Amerika, Çin ve Rusya arasında kuşatılmışlık duygusu ile dehşete kapıldılar. II. Dünya Savaşının ardından 70 yıldan fazla bir süre geçmişken Avrupa kendisini, ABD tarafından korunma ihtiyacının pençesinde bulurken, Amerikalılar, kâh güçlülük kâh içe çekilme duygularını yaşıyorlar. Konumun ve belki de rolün gerilemesinin bir sonucu olarak dehşet zamanlarında pek çok Amerikalı stratejist, olan biteni gözden geçirmek ve sadece piyasa ve asker gözüyle değil kültür, medeniyet ve strateji gözüyle de düşünmek için ruha ve içe dönmek istiyor!
Arap Doğusunda yaşanan ve Arap Doğusunun başına gelenleri bir medeniyet gerilemesi veya bir medeniyet krizi olarak değerlendirmek doğru mudur? Teselli bulmak için değil ama biz, (daha önce değil 2001’de ABD’ye yönelik olaylarla başlayan) bu feci hadiselerin Arnold Toynbee’nin meydan okuma ve karşılık verme denklemine dayalı tarih felsefesinden başlayarak anlaşılabileceğini düşünüyoruz. Bizce Arap dirilişi hareketinde, büyük meydan okumaya verilen o karşılığın bir örneği var. Ama bu olayların hem ulus devletin “eksikliğinden” hem de modern İslam’da düşünce ve idarede uyanış ve şiddet eğilimli bölünmelerden kaynaklandığı düşünülebilir. Rahmetli Prof. Celal Emin ve Prof. Cabir Usfur, bu ikinci ihtimalin Arapların bu dönemde yüzleştikleri “meydan okuma” meselesini açıklayabileceğini düşünüyor ve buna uluslararası siyasetleri de ekliyor.
Arap ulus devletleri yirminci yüzyılın 60’lı yıllardan itibaren Siyonist meydan okuma ve Soğuk Savaşın dönüşümlerinden ötürü büyük sorunlarla karşı karşıya kaldı. Dinî düşünme biçimindeki ve geçmişle günümüzdeki alternatiflere dair algılardaki gelişmeler hepimizi şaşırttı. Tüm bunların arkasında ve beraberinde, nihayetinde en büyük meydan okuma haline gelen uluslararası politika var.
Mevcut krizlerden birinin medeni ve kültürel açıklamaları için bunlar kolay çözümlerdir. Arap ve Müslüman tarihçilerin, yorumcuların ve romancıların tuttuğu yol bu. Ama bu konuda yalnız değillerdi. Daha ziyade, Batılı iktisatçılar ve stratejistler de kimilerine göre ürkütücü kimilerine göre yararlı bir uyarıcı olan bu baskın eğilimi takip ediyor.
Her halükârda, bir atasözünde de söylendiği gibi, sular dalgıcı ya yalanlar ya da doğrular!