Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

Dostlar, kitaplar ve ramazan

Dostları özlediğimiz gibi kitapları da özleriz. Câhiz, kitapla arkadaşlığın, dostların arkadaşlığından daha önemli ve yakın olduğunu iddia etti.
Mütenebbi, yeryüzünde en iyi arkadaşın kitap olduğunu söylerken yanılmıyordu. Benim kitaplarla olan maceram, çok eskiye dayanır. Ders kitabı dışında satın aldığım ilk kitap, 1964 yazında Belazuri’nin Fütuhu’l-Buldan adlı eseriydi.
Lübnanlı iki profesör tarafından yayınlanmıştı ve parlak bir kapağı vardı. Daha sonra Mısır ile Almanya arasında hem yaş hem eğitim bakımından ilerlediğimde söz konusu yayının bilimsel olmadığını öğrendim. Kitabın en iyi baskısı, şarkiyatçı De Goeje ile Salahaddin el-Müncid’in yayınları. Ama okuru niye yayın haberleriyle rahatsız ediyorum ki?!
Neyse, o tarihî metne bayıldım ve bir yıl içerisinde on defadan fazla okudum. Sonra o son iki yayını almış olmama rağmen ilk aldığıma yılda en az bir kez, o da ramazan ayında tekrar müracaat eder oldum. Önce fetihlerin yapıldığı coğrafyaların haritasını çıkardım. Belazuri, fetihleri H 3/MS 9. yüzyılın ortalarına kadar takip ediyor. Haritalardan sonra sancaklar, yani fatih komutanlar için bir fihrist hazırladım. Sonra da Tarih-i Taberi ile mukayeseli okudum ve mekân ve şahıs adlarında birçok hata keşfettim. Ben elde ettiğim sonuçlarla oldukça gurur duyarken, Fütuhu’l-Belazuri’nin tahkikli bir neşrini yayınlamış olan merhum Dr. Salahaddin el-Müncid’i keşiflerimle rahatsız ettim; zira metni okurken onda kayda değer hatalar buldum.
Bu yazının amacı, ramazan ayında okumaktan bahsetmekti, o yüzden konumuza dönelim.
1960’lı yılların ortalarında Muhammed Esed’in Müslüman olma hikâyesini anlattığı Mekke’ye Giden Yol adlı kitabıyla tanıştım. Beyrut’taki Diyanet Enstitüsü Kültür Dairesi, okumayı teşvik etmek maksadıyla hazırlanan dizinin bir parçası olarak hediye etti. Dizi içinde Akkad’ın iki kitabı, Tevfik el-Hakim’in Yevmiyyât-ı Nâib fi’l-Eryâf (Bir Vekilin Günlükleri) adlı kitabı ve Hüseyin Fevzi’nin Sinbad Bahri’si de yer alıyordu. Bu hediye olayından yirmi yıl sonra, artık emekli olan enstitü müdürüyle karşılaştım ve ona hediyeyi hatırlatarak 1966’da hediye edilen kitapları kimin seçtiğini sordum. Ama hatırlamadı ve bunca yılın ardından bunu neden merak ettiğimi sordu. Ben de dedim ki: O dönemde kitapları seçen kişi kültürlü, bilgili ve fikri hür biriymiş!
Muhammed Esed’in kitabını okumaya hemen o gece başladım; ramazan ayının dördü ya da beşiydi. Tabi dili Arapçaydı, çevirmeni de sanırım Ömer ed-Diravi. Kitap beni büyüledi ve dikkatimi, genelde yaptığım gibi çeviri ve baskı hataları bularak dağıtmadım. Kitaba olan ilgim kırk yıldan fazla sürdü. Her ramazanda kitabı okurum. Muhammed Esed’in diğer kitaplarını da okuyorum…
Almanya ve ABD’de Talal Esed’i okurken onun oğlu olduğu söylendiğinde 1993’te New York’a gidip konferanslarını dinledim. Talal Esed, 1970’lerde Antropoloji ve Sömürgecilik (1974) kitabını yayınladıktan sonra antropolojide yeni bir akımın lideri haline geldi. Prof. Talal’ı babası hakkında bir şeyler yazmak için takip etmeyi sürdürdüm. Bir vesileyle yayınladığında o kısa biyografiyi tercüme ederek İctihad dergisinde yayınladım. Leopold Weiss’in, yani Muhammed Esed’in biyografisini büyüleyici buldum ve Arapça tercümesi iyi olsa da İngilizce ve Almancasının daha güzel ve hoş olduğunu fark ettim. Daru’l-İlm li’l-Melayin yayınevi sonraki yayınlarda kitabın başlığını “İslam’a Giden Yol” olarak değiştirince ne kadar rahatsız oldum! Elbette bu, onun İslam’a yönelişinin hikâyesidir, ancak “Mekke’ye” şeklindeki başlık daha çekici. 1967 ya da 1968’de Kahire’deydik; işgal altındaki topraklardan Mahmud Derviş’in bir antolojisi geldiğinde Mısırlı bir entelektüel bu kitabı “Gecenin Sonu… Gündüz” başlığıyla yayınladı. Edebiyatçılar onu suçladı, çünkü sadece “Gecenin Sonu” çok daha şiirsel ve güzel.
Hepimiz Taha Hüseyin’in el-Eyyâm adlı kitabını okumuşuzdur. Ama 1966’da Kahire’de onunla tanıştığımızda bize şöyle dedi: Şeyhân (İki Şeyh/Halife), Alâ Hâmişi’s-Sîre (Bir Tutam Siyer) ve el-Va’du’l-Hakk (Hak Söz) hani?! Sonra Şeyhân’ı, el-Fitne’yi ve Hadîsü’l-Erbiâ seçkisini de okudum. Ancak şu iki büyüleyici kitabı ramazan ayında sürekli okumam on yıllarca sürdü: Alâ Hâmişi’s-Sîre, üç küçük bölüm; el-Va’du’l-Hak da kısa bir bölümden ibaret. Bu iki kitap sanki kelimesi kelimesine yazılmış. Bize fasih Arapçanın, duygu ve tasavvurların inceliklerini taşımadığı söylenir ama Taha Hüseyin’in fasih Arapçası kastedilen her şeyi ifade edebiliyor ve biz okurları etkisi altına alıyor. Resulullah’ın da (selam salât üzerine olsun) dediği gibi “Bazı ifadeler büyü etkisine sahiptir”.
Abu Dabi Kitap Fuarı’nda, Taha Hüseyin yılın kişisiydi. Arapça Dil Merkezi, Taha Hüseyin’in tüm kitaplarını yayınlamak için Mısırlı Daru’l-Maarif yayıneviyle yeniden sözleşme yaptı. Dizide, daha önce okumadığım üç kitap bulunca çok mutlu oldum.
Gözden kaçırılması, bilinmemesi ya da yok sayılması doğru olmayan kitap veya kişileri birilerinin gözden kaçırması mümkün. Bu, farklı dillerde on binlerce kitap toplayan biri olarak benim başıma geldi. Amerika’da önce Harvard, daha sonra Chicago üniversitelerine (1993) misafir öğretim üyesi olarak gittiğimde John Rawls’un Bir Adalet Teorisi (1971) adlı kitabıyla ilk kez Harvard’da tanıştım. Chicago Üniversitesi’nde de Marshall Hodgson’ın İslam’ın Serüveni: Bir Dünya Medeniyetinde Bilinç ve Tarih adlı (ve 1972’de yazarın ölümünden sonra üç cilt halinde basılan) kitabını tanıdım.
Bir Adalet Teorisi, hukuk ve siyaset felsefesine vâkıf olmayı gerektiren zor bir kitap. Onu bir haftada okudum. Sonra hikâyesini ve ateşlemiş olduğu, hala da ateşlediği tartışmaları takip ettim; bu kitaba eklenen veya eleştiren onlarca kitap yayınlandı. O zamandan beri bu kitabı şimdi de olduğu gibi ramazan ayında okurum ve yanına Amartya Sen veya McIntyre gibi bir eleştirmenini de eklerim.
Genç yaşta ölen Marshall Hodgson (1922-1968) ise o muhteşem kitabını yazmış, ancak basılı halini görememiş; kitapla daha sonra karısı ve öğrencileri ilgilenmiş. Hodgson, İslam tarihi ve medeniyeti alanında, büyük bir kısmında neredeyse yenilikçi olan bir teorinin sahibidir. Bu hacimli kitap, çok sayıda jeostratejik plan içerse de aslında benim Almanya’da eğitim alırken tanıştığım bir “düşünce tarihi” çalışması. Kitabın başlığında “serüven” kelimesini kullanmış. İctihad dergisinde kitap ve yazar hakkında iki sayı (1998) yayınladığımda bu başlığı tercüme ederken “serüven” ve “tecrübe” kelimeleri arasında tereddütte kalmıştım. Ancak kitabı ramazan ayında çokça okuduğum için doğru tercümenin “tecrübe” olduğuna kanaat getirdim. Kitabın üç cildi de Arapçaya tercüme edilirken (ki bu iyi bir çeviridir) çevirmenin “İslam’ın Serüveni” başlığını kullanması beni bu yüzden rahatsız etti! Kitabın okura ait olduğu ya da okurun yorumlama yetkisine sahip olduğu söylenir. Ama bence Bir Adalet Teorisi ya da İslam’ın Serüveni gibi bir kitap, yazarın zihnine ve kalbine nüfuz edebilmemiz için, aşinalık sınırlarına kadar okunmalı.
Bir Adalet Teorisi’nden sonra Rawls’un eleştirmenlerin eleştirilerine cevap olarak yazdığı Hakkaniyet Olarak Adalet kitabını okudum. İnsanın fikir dünyasını değiştiren kitaplar var ve o kadar çoklar ki saymak mümkün değil. Bundan dolayı belirli kitaplara sürekli müracaat etmekle yetinmek ve huzur bulmak gerekir.