Vahdettin İnce
Yazar
TT

‘Dostlarıyla uğraşanlar düşmanlarıyla savaşamazlar’

“Mukaddime”yi okumaya, onun ışığında da bugünümüzü anlamaya devam ediyoruz. İbn Haldun’un dediği gibi “ilim, bilinenden hareketle bilinmeyeni bilme çabasıdır” nitekim. Düne bakarak bugünü anlamak da denebilir.
İbn Haldun, “insanların Bedevî (göçebe) ve Hadarî (şehirli) şeklinde yaşamaları tabiî bir zorunluluktur” tespitini yaptıktan sonra “en büyük asabiyet (grup içi dayanışma bilinci, motivasyonu) Bedevîlerde olur” diyor ve bu motivasyonun onları hakimiyet ve devlet kurmaya doğru güçlü bir şekilde harekete geçirdiğini, asabiyetleri devam ettiği sürece de egemenliklerini en uzak ufuklara kadar genişletme mücadelesi içinde olduklarını belirtiyor. Buna örnek olarak da Mağripte Arapları ve Berberîleri, Maşrıkta da Kürtleri ve Türkmenleri örnek gösteriyor. “Ama Arapların asabiyeti daha güçlüdür (dolayısıyla hakimiyet alanları daha geniş ve daha kalıcıdır), çünkü sadece deve yetiştirirler (asabiyetin daha güçlü olması ile deve yetiştiriciliği arasındaki bağlantıyı ve sebeplerini uzun uzadıya açıklar). Diğerleri ise devenin yanında ve daha fazla olmak üzere koyun, sığır ve at gibi hayvanları besleyerek geçinirler” diyor.
Berberîler ile Kürtler arasındaki benzerlikler ilginç. İbn Haldun, Berberî kabilelerine koyun besledikleri için “Şaviye” dendiğini söylüyor. Kelime Arapça koyun demek olan “şat”tan geliyor. Koyun çobanı yani. Kürt kabileleri de koyun besledikleri için genellikle “Şivan (koyun çobanı) olarak nitelendirilirler. İlk İslam kaynaklarında Kürtler hakkında “Bedvu’l Faris” (İran Bedevîleri) dendiğini de biliyoruz. Berberîlerin ve Kürtlerin bugünkü durumları arasında da ilginç bir benzerlik var. Berberîler Kuzey Afrika’da dört ülkenin, Libya, Cezayir, Tunus ve Fas sınırları içinde yaşarlar. Malum olduğu üzere Kürtler de, İran, Irak, Suriye ve Türkiye olmak üzere dört ülkenin sınırları içinde yaşıyorlar. Genel meşguliyetleri de aynı. Tarihsel koyun çobanlığının (Şivan ve Şaviye) yanı sıra, en az yüz yıldır varlıklarını kabul ettirmekle vakit ve enerji tüketiyorlar.
İbn Haldun’un asabiyetlerinin diğer milletlerden daha güçlü olduğunu söylediği bu dört milleti, yetiştirdikleri hayvanları merkeze alarak İbn Haldunvari bir okumaya tabi tutarak, göçebeliklerinin mahiyetini, bundan kaynaklanan asabiyetin kazandırdığı atılım gücünü anlama ve tarihsel olarak kurdukları hakimiyetlerinin mahiyetini irdelemeye devam edelim.
Göçebe milletlerin (özellikle yazımızın konusu olan Arap, Türk, Kürt ve Berberî milletlerinin) yetiştirdikleri hayvanların hareket kabiliyetine bağlı bir göçebelik türü geliştirdiklerini söyleyebiliriz. Devenin hayatı büyük ölçüde çöle bağlıdır. Çölün dikenli bitkilerini, ağaçlarını, tuzlu sularını çok sever. Döllenmesi ve yavrulaması için de yüksekliklere oranla daha ılıman çöl ortamına ihtiyacı var. Deve, bu yüzden hep çölün derinliklerinde ağır ve sonu gelmez bir hareket içindedir. Ondan dolayı Arapların göçebeliği sürekli derinlik kazanan iç içe, geniş daireler şeklindedir. Yani daireselerdir. Arapların bitmek tükenmek bilmeyen dirençleri, döne döne vuruşmaları ve sabırları bu yüzdendir. Çağdaş örneklerden de Arap direnişinin müstevliler için nasıl yıpratıcı ve hatta ölümcül olduğunu görebiliriz. Türklerin göçebeliği ise, daha çok at yetiştirdikleri için, göç hareketleri de yetiştirdikleri atın karakterine uygun olarak son derece hareketli ve süreklidir. At, daha çok doğrusal bir çizgide hareket eder. O yüzden Türklerin göçebeliği de uzun mesafeli ve doğrusaldır. Diyebiliriz ki Türklerin göçebeliği atlarınkini andıran uzun bir koşu mahiyetindedir. Ta Orta Asya’dan Anadolu’ya gelişlerinin “kısrak başı” gibi tasvir edilmiş olması da boşuna değildir nitekim. Yayından fırlamış ok gibi vuruşurlar.
Kürtler ve Berberîlerin göçebeliği koyunların hareketi gibi yavaş ve inişli çıkışlıdır. Çünkü Berberîler Mağribin kırsalında, yüksekliklerdeki yaylalarda koyunlarını meralarda dolaştırırlar. Havalar soğuduktan sonra da düz ovaya inerek kışı geçirirler. Kürtler de öyle. Zagroslardan Toroslara (bir diğer adı da Kürt dağları (cebelu’l ekrad)dir) kadar yüksek dağların yemyeşil yaylalarında koyunlarını otlattıktan sonra kış mevsiminde ovalara inerler.
Her milletin ufku güttüğü hayvanların hareket alanı kadardır anlayacağınız. Arapların ve Türklerin, Deve ve Atın hareket kabiliyetinden kaynaklı olarak (Araplarınki dairesel de olsa) uzun mesafeli iken, diğer iki millet olan Berberî ve Kürtlerin ufku koyunları altı ay yaylalara, altı ay ovalara götürüp getirmekten kaynaklı olarak inişli çıkışlıdır.
Toplumsal teşkilatlanmaları da doğal olarak her birinin kendine özgü göçebeliğinde ihtiyaç duyduğu düzeyde olur. Araplar, alabildiğine geniş ufukları kapsayan bir göçebelik hayatını sürdürseler de, göçebeliklerinin dairesel olması nedeniyle kabile şeklinde örgütlenmeyi esas alırlar. Devlet kursalar da devleti kabile gibi yönetirler. Türkler doğrusal göçün bilinmezlik ufuklarına doğru aktıkları için kabileyi aşan devlet çapında bir örgütlenmeye her zaman ihtiyaç duymuşlardır. Bilinmezlik yollarında öncülere, casuslara, keşifçilere, ordulara… sahip olmak gibi bir zorunlulukla karşı karşıya kalmışlardır. Bu yüzden kabilenin biraz üstü olan günümüzün tekçi ulus devleti, Türklerin tarih boyunca birden çok ayağa dayandırarak oluştura geldikleri devlet anlayışına pek uygun değildir. Kürtler ve Berberîler ise yüzlerce yıldır tekrarladıkları inişli çıkışlı ve de artık avuçlarının içi kadar aşina oldukları göç yollarında zaman zaman devlet kurmuş olsalar da daha çok aşiret şeklindeki örgütlenme ile yetinmişlerdir. Kuşkusuz bu aşiret örgütlenmesi Arapların iç içe, dairesel ama geniş ufuklu kabile örgütlenmesi gibi geniş kapsamlı ve güçlü de değildir.
Neticede bu göçebe milletlerin ortaklaştıkları bir husus var; göçebe hayatından dolayı asabiyet sahibi olmak. Ama göç tarzlarından kaynaklı olarak da asabiyetin etkinlik alanı da her birinin hayat tarzına göre farklılık arz etmiştir.
İbn Haldun “asabiyetin hedefi mülk ve galibiyettir” der ve bunun bir zorunluluk olduğunu belirtir. Sözünü ettiğimiz göçebe ve göçebe oldukları için de asabiyet sahibi olan bu milletler tabii bir dürtü olan hakimiyet ve galibiyet elde etmeyi doğal olarak kendi ufukları içinde tatmin etme yoluna girmişlerdir. İslam dininden önce Araplar Hadramut’tan Şam’a kadar dairesel bir hakimiyet için birbirleriyle didişip durmuşlardır. Kürtler ve Berberîler mülk ve galibiyet doğasını kabilelerin birbirlerine üstünlük kurma ve koyunlarına biraz daha otlak kazanma şeklinde tatmin etme yolunu tutmuşlardır. Türkler ise doğrusal bir akınla yeni yerleri elde etmek, öncekini bırakmak şeklinde bir süreç izlemişlerdir. Neticede Kur’an’ın ifadesiyle “herkes tabiatına, karakterine (şakile) göre hareket eder”. Herkes ufku çerçevesinde asabiyetini işletmiştir.
İslam, bu milletleri bu halde buldu. Peygamberimiz (s.a.v) “ben insanları madenler gibi buldum” buyurmuştur. Bu demektir ki İslam milletlere yeni bir tabiat, yeni bir karakter, yeni bir asabiyet kazandırmadı. Kimseye sahip olmadığı bir değer vermedi. Var olan tabiatlarını, karakterlerini ve asabiyetlerini erdemlerin hakimiyeti, özgürlüğün egemenliği, tevhidin en yüce kılınması gibi yüksek ufuklara yöneltti. Nitekim birbirleriyle didişmekten öte bir anlamı olmayan Arap asabiyeti Mağripte Berberî asabiyetini yanına alarak (Berberî) Tarık b. Ziyad öncülüğünde Endülüs ufuklarına ulaştı. Arap fetihleri ile İslam’la buluşan Türkler kendileriyle birlikte Kürt asabiyetini aynı hedefler uğruna Avrupa’nın merkezine kadar taşıdı ve (Kürt) Selahaddin de Türklerin tecrübesini yanına alarak haçlı istilasını bölgeden söküp attı.
Bu milletler hala aynı tabiata, aynı asabiyete sahiptirler ama batılı düşünürlerden birinin de dediği gibi Osmanlının tasfiyesi ile birlikte durdurulmuş vaziyettedirler. Bu yüzden asabiyetlerini yönlendirme açısından İslam öncesi dönemi andıran, tevhidi değerleri öğüten kısır bir döngü içindedirler. Araplar ve Türkler ulus devletlerin dört duvarı arasında İbn Haldun’un deyimiyle “Mülk ve tagallüp” hayalleri kurarken, Kürtler ve Berberîler “dalgalanmak için rüzgar bekleyen bayrak” olacakları yerde varlığını kanıtlamak gibi akıllara ziyan bir mücadele içindedirler. Diğer bir ifadeyle Araplar ve Türkler asabiyetlerini boş söylemlerin bağlarından kurtarırlarsa Tarihsel dostları olan Kürtlerin ve Berberîlerin şahsında Selahaddin Eyyubî ve Tarık b. Ziyad’ı da “varlığını kanıtlama” mücadelesini verme azabından kurtarmış olacak, birlikte yeni ufuklara yönelecekler.
Nitekim Selahaddin “dostlarıyla uğraşanlar düşmanlarıyla savaşamazlar” demiş.