Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

İlim yolculuğunda din ve devlet ilişkisi

Din ve devlet ilişkilerine olan ilgim, 1974 yılında Almanya’da tez konusu seçmeye hazırlandığım döneme dayanıyor. Profesör Joseph van Ess’e tez için iki konu önermiştim: “Ehl-i Hadis ve Hicri II. Asırda Ehl-i Sünnetin Ortaya Çıkışı” ve “Hicri 82-84’te İbnü’l-Eş’as Devrimi ve Kurrâ (Kur’ân Okuyucuları)”*. O, ilkini tavsiye ediyordu. Söz konusu dönemde Bonn Üniversitesi’nde profesör olan Tilman Nagel’den, Abdurrahman bin el-Eş’as’ın yanında Haccac’a karşı ayaklanan “kurrâ”nın, dinde iktidarı tekelleştirmek için devletle rekabet eden ilk topluluk olduğunu okumuştum. Max Weber’le (1864-1920) dinde ortodoksilerin oluşumuna dalmışken de aklıma ilk Sünni grubun, ehl-i hadis ve arkadaşları değil de bu “kurrâ” olabileceği geldi. Joseph van Ess, itiraz etmedi, ancak bana şöyle dedi: “Kurrâ, Deyrülcemâcim Savaşı’nda Haccac tarafından yok edildi ve onlardan hiçbir iz kalmadı. Ehl-i hadis ise İslam tarihi boyunca, hatta modern çağa kadar etkisini sürdürdü.”
Tezimi, kurrâ hakkında yazdım. Onların ilk Sünni grup olduğuna dair kanaatim doğrulanmadı. Zira devrim başarısızlığı ve liderlerinin öldürülmesinin ardından hareketleri bitmişti. Bazılarının Mürcie ya da Kaderiyye mezhebini benimsedikleri söylendi. Devrimden geri kalanların ilkesi ise Hasan el-Basri’nin devrimden önce de sonra da benimsediği gibi; “fitneden uzak durmak” oldu. Bilindiği üzere tarafsızlık ve kılıç taşımanın yasaklanması meselesi, hicri ikinci asrın ikinci yarısında ehl-i hadisi de içine alacak şekilde ehl-i sünnet arasında genel bir ilke haline geldi. İlk düşüncemi sarsan diğer şey ise antropolog Ernest Gellner’in benimsediği (ve İslam araştırmalarında Montgomery Watt’ın takip ettiği) şu düşünceydi: Dinî ayrılıklar, ortodoks veya daha büyük gruptan meydana gelir ve ayrılıkçılar, büyük gruplardan daha ılımlı olur. Aslında Hâriciler ve Şiiler ortaya çıktıklarında Sünni ortodoksi henüz oluşmamıştı ve bunlar ilk üç asırda, yani ortodoksinin ortaya çıkışından önce ve sonra her halükârda dinlerinde daha katıydılar.
İlk tezimin etkilerinden geriye kalan, din ve devlet arasındaki sorunlu ilişkidir. Alimler ile resmi yetkililer arasındaki ilişkinin hâkim olduğu tarihte alimler her zaman muhalefetteydi. Emeviler ve Abbasiler dönemindeki siyasi yetkililer de daima dinden çıkmak (!) için çabalıyordu. Meşhur eser yayıncılarından olan muhalifler şöyle diyordu: Hilafet, otuz yıl oldu, sonrası uzlaşmaz bir monarşi.
Onlar da ya dinî ıslah için ayaklanıyordu ya da devlette değil, dinde gücü tekelleştirmeye çalışıyordu. İlk bakışta bu iki söylem bana, isabetli ya da doğru değilmiş gibi geldi. Devlet, kendini dinin bekçisi, dünyanın hakimi olarak görüyordu. Din adına hükmediyor ve pek çok alim onun bakış açısına taraftar oluyorken dine karşı nasıl ayaklanabilir ki... Sonra siyasi proje, iktidardaki seçkinlerin değil ümmetin projesiydi ve kalıcı talep, siyasi ve hukuki adalet talebiydi. Bu yüzden 1970’li yıllardan itibaren, klasik İslam’da siyasi düşünce ya da devlet düşüncesi tarihinin yeniden yazılması üzerine düşünmeye başladım. 1970’lerde kaynaklara bakıldığında devlet düşüncesi alanında meşhur sadece üç kaynak vardı: Mâverdî’ye ait “el-Ahkâmü’s-Sultâniyye”, “Mukaddime-i İbn Haldun” ve İbn Teymiyye’nin şeriata göre siyaset üzerine kaleme aldığı “er-Risâletü’s-Sagîre.” Bu nedenle Avrupa kütüphanelerinden siyasi düşünce yazmalarının fotokopisini çekmeye koyuldum ve bunların sayısının yaklaşık beş yüz olduğunu gördüm. Bir tasnif yaparak, meşruiyet meselesine ilişkin olanların beş akıma veya yaklaşıma ayrıldığını gördüm: Nasihatname literatürü, hukukçuların yaklaşımı, filozofların yaklaşımı, ilahiyatçıların yaklaşımı ve yöneticilerin yaklaşımı. Her birinin yaklaşımında bu makalenin sınırlarını aşan detaylar mevcut. Ancak bu yaklaşımların hepsinde hâkim düşünce, dinle devlet arasında bir çatışma değil, iç içe geçme haline işaret eder. Hicri üçüncü asrın ilk çeyreğindeki “halku’l-Kur’ân mihnesinden”** sonra tüm ekollerin ana akımında hukukçular ile siyasi yönetim arasında her iki alanda da işbölümü fikri ve tutumu hâkim oldu. Orta noktalarda ya da iç içe geçme noktalarında ise dönemin genel havasında iki otoriteden birinin zayıf veya güçlü olmasına göre, iki taraf ya da taraflar arasında bir tür baskınlık mevcuttu.
İktidar ve onun din ve kamu yararı ile ilişkisi meselesine dair bu anlayışa dayanarak 1970’li yılların sonlarından itibaren farklı yaklaşımların devlet düşüncesine dair yazmaları neşretmeye ve bunlara basit girişler yazmaya koyuldum. Ayrıca İslam’da cemaatlerin kavramları; ümmet, cemaat ve iktidar; cemaat, toplum ve devlet gibi, müstakil kavramsal çalışmalar ortaya koymaya başladım. Bu, İslam’ın ilk devirlerinde, diğer bir deyişle klasik İslam’da devlet kurumuna dair başka bir tarihtir. Bu tarihte meşruiyet dereceleri; daha sonra üzerinde fikir birliği (icmâ) oluşan kurum meşruiyeti ile anlaşmazlığın çoğunun kaynağı olan çıkar meşruiyeti arasında dağılmıştır. Çıkar meşruiyeti ve ne ölçüde elde edildiği konusundaki anlaşmazlıkta muhalifler, isyancı olarak adlandırılıyor ve onlarla diyalog Kur’ân-ı Kerim’in şu ayetine göre yürütülüyordu:
“Eğer müminlerden iki grup birbiriyle kavgaya tutuşursa hemen aralarını düzeltin (Hucurât: 9).”
Araştırmacılıkla geçen otuz yıl içerisinde çeşitli alanlardaki araştırmalar yaygınlaştı, saflarımızda köktendinciler (ben onlara dirilişçiler adını verdim) ortaya çıktı ve yeni şarkiyatçılık (ya da yeni revizyonist radikaller) boy gösterdi. Onlarla, özellikle de dirilişçilerle tartışmak gerekiyordu. Kaliforniya Üniversitesi’nde profesör olan Ira Lapidus (onunla ilk kez 1969’da Mısır’da Ezher’in kuruluşunun bininci yıl dönümünde görüşmüştüm), 1980’ler ve 90’larda erken İslam’dan modern İslam’a kadar din ve devlet arasındaki ayrıma dair üç çalışma yayınladı. Bunlar, hukukçuların siyasetçilerle anlaşmazlık yaşadığı belirli bir olay ya da olayları analiz eden titiz araştırmalardır. Lapidus’un bakış açısına göre bu olaylar, dini devletten ayırma çabasıydı; bana göre ise çıkar ve yetki mücadelesi kapsamında yaşanan anlaşmazlıklardı ve ayırmayla hiçbir alakası yoktu.
En yoğun tartışma revizyonistler ve dirilişçilerle oldu. Revizyonistler, İslam dünyasında devletin ortaya çıkışını, “halavat Yehova (Allah’ın halifesi)” gibi Yahudi kavramları ve geleneklerine müracaatla yorumlamak istediler. Buna göre hilafet, dinî bir kökene ve daimî bir dinî çağrışıma sahiptir. Dirilişçiler de çalışmalarını siyaset ve şeriat arasındaki ayrım söylemi üzerine odakladı. Öyle ya; İslam’ın kamu işlerini idare etmek için dinî bir öğretisi var. Herhangi bir rejimin meşruiyeti de bu öğretiye, yani şeriatın uygulanmasına ya da uygulanmamasına dayanır! Yeni revizyonistler, İslam’ın dünyadaki modern varlığıyla meşgul olurken, dirilişçiler İslam dünyasında modern ve çağdaş ulus devletini inkâr faaliyeti yürütüyorlardı. Halen de yürütüyorlar.
Medeniyet alanımızda devlet düşüncesi üzerine ve revizyonistler ve dirilişçilerle tartışmak için çok şey yayınladım. Ama kırk yıl geçti halen İslam dünyasındaki devlet düşüncesini yorumlayan kapsamlı bir tarih yazmadım. Bununla birlikte 1970’li yıllarda neredeyse tek başıma daldığım bu alan şimdi araştırmacılarla dolup taşıyor. Bu memnun edici bir şey ve umut vadediyor. Devlet, MS.11 ve 12’nci yüzyıllarda Mâverdî, el-Cüveynî, Ebî Ya’lâ, Nizâmülmülk ve İbn Akîl’in nasıl ilgi alanıydıysa, bugün ve gelecekte de hepimizin ilgi alanı olmaya devam edecek.

* Rıdvan Seyyid’in tezinde “kurrâ” ile kastedilen, Kur’ân-ı Kerim’in ezberlenmesi ve gerek ahlaki gerek hukuki hükümleriyle gelecek nesillere aktarılmasını önceleyen gruptur.(ç.n)
** Mihne; Abbasi halifeleri döneminde halku’l-Kur’ân, yani Kur’ân-ı Kerim’in yaratılmış olup olmadığı meselesi konusunda bazı alimlerin sorguya çekilip eziyet görmesine ilişkin olayları ve yönetimin tutumunu ifade eden kavramdır.(ç.n)