Gassan Şerbil
Şarku'l Avsat Genel Yayın Yönetmeni
TT

Yangına kaçış politikası

İsrail hükümeti çok tehlikeli bir politika izliyor. Mescid-i Aksa'nın avlusuna baskın düzenlemek, zaten yanan bir ateşi körüklüyor. Yerleşim yerlerini genişletme ısrarı, toprak sahiplerine orayı umutsuzca savunmaktan başka çare bırakmıyor. Meşru ve ılımlı Filistin eksenlerini tasfiye etme yaklaşımına bağlı kalmak, çatışma kapısını sonuna kadar aralıyor. Oslo’nun sonuçlarından geriye kalanları katletmeye devam etmek, fiilen her türlü yönteme açık bir çatışmaya geri dönmek anlamına geliyor. Mevcut Netanyahu hükümetinin, İbrani devletinin müttefikleri ve davranışlarını haklı çıkarmaya alışkın olanlar üzerinde bir yük haline gelmesi şaşırtıcı değil. Müttefikler, mobil yangınlar yaklaşımına bu aşırı bağlılığı hafifletecek sebepler bulamıyorlar. Mevcut İsrail hükümetinin, Rusya'nın Ukrayna topraklarının bir bölümünü işgal etmesinden sonra ortaya çıkan uluslararası ortamdan olabildiğince yararlanmaya çalıştığına inananlar var. Ukrayna'daki Rus savaşının, uluslararası hukuk ve BM'nin ağırlığının korkunç yokluğunda, kuvvete başvurma politikasını yeniden ön plana çıkardığını söylüyorlar. Bununla birlikte, gelişmiş bir askeri makineye sahip olmak, acı verici darbeler indirme veya belirli çatışmaları kazanma gücü anlamına gelebilir, ancak bu, çatışmayı kesin olarak sonuçlandırma gücü anlamına gelmez.
Binyamin Netanyahu, bazı seleflerinin deneyimlerini okumayı reddediyor. 1982'de İsrail ordusu Beyrut'u işgal etmeyi ve FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü) güçlerini Lübnan'dan çıkarmayı başardı. Bugün, o tarihten 40 yıl sonra, İran'ın onayıyla fırlatıldığı açık olsa da, Lübnan topraklarından yeniden Filistin füzeleri mesajları atılıyor. General İzak Rabin bir kemik kıran savaş politikası denemiş ve ardından kendisi için acı bir sonuca varmıştı; İsrail, figürlerini ve liderlerini tasfiye etmeyi başarsa bile Filistin halkını denklem dışı bırakamaz. Bu sonucun ışığında Rabin, "Oslo Anlaşması"nı tanımış ve Beyaz Saray bahçesinde Yaser Arafat ile el sıkışmıştı.
O aşamaya eşlik edenler, Filistin liderliğinin, genişleyen yerleşim yerleri saldırısından geriye kalanları kurtarmak için özü "toprağın bir kısmıyla yetinmek" olan, acı tavizler vermesinin ne kadar zor olduğunu bilirler. Yalnızca tam bir meşruiyete sahip bir Filistin lideri olan Yaser Arafat bu türden zor kararlar alabilirdi. Büyük Filistinli şair Mahmud Derviş'in Tunus'ta bana söylediklerini hâlâ hatırlıyorum. Bana özetle: "Haritaya bakmaya korkuyorum" demişti. Derviş anlaşma imzalanmadan önce içeriğini biliyordu ve o da hayallerini küçültmesi gerektiğini kabul etmişti. Rabin'den sonra İsrailli liderler, Yaser Arafat'ın barış anlaşmasını imzalamasının sunduğu fırsatı değerlendirmediler. Keza Arap barış girişiminin sunduğu fırsatı da. General Ariel Şaron’un 11 Eylül 2001 saldırılarının etkisini Oslo Anlaşmalarının şartlarını ve ruhunu katletmek için kullandığını gördük.
Netanyahu'nun başbakanlık makamında seleflerinin hepsinden daha fazla kalmasını mümkün kılan yaratıcılığı, son on yılda büyük güçlerle güçlü ilişkiler kurduğu inkar edilemez. Yönetimlerle zaman zaman yaşadığı anlaşmazlıklara rağmen, ABD ile geleneksel ittifakını sürdürdü. Ayrıca Vladimir Putin adlı önemli bir oyuncuyla da güçlü bir ilişki kurdu. Rusya'nın Suriye'ye askeri müdahalesinin Netanyahu'ya “Suriye'deki İran” hedeflerine karşı tekrar tekrar saldırılar düzenlemesi için açık bir fırsat vermiş olması, bunun en iyi kanıtı. Netanyahu'nun Avrupa, Çin ve Hindistan ile olan ilişkilerinden de bahsedilebilir. Ukrayna savaşının patlak vermesinden sonra bile İsrail, korku içindeki bazı ülkelerde hava savunmasını geliştirme ihaleleri kazanmayı başardı.
Tüm bu başarılar, sonunda bir tür kaçış gibi görünüyordu. Filistinlilerle çatışmayı özünden kaçma temelinde çözme girişimiydi. İsrail askeri makinesi ne kadar güçlü olursa olsun, kaçma girişimleri başarılı olamayacak. Bölgedeki uzak hedeflere vurucu darbeler indirebilen bir ordu, nihayetinde Batı Şeria'dan veya dışından kişilerin düzenleyeceği saldırıları engelleyemez. Herhangi bir gerçekçi okuma, Filistinlilerin bağımsız bir devlet hakkını tanımadığı sürece İsrail'in istikrara kavuşamayacağını açıkça gösteriyor. Bütün bir halkın beklentileri ve umutları silinemez. Filistin halkı kendi devletinin gölgesinde yaşadığını hissetmediği sürece istikrarlı bir İsrail tasvir etmek zor. Bu halkın kendi topraklarında kökleri, kendi milletinde derinliği var ve tüm yenilgilere, fedakarlıklara rağmen haklarını geri kazanma hayali nesilden nesle aktarılıyor.
İsrail, İsmail Heniyye'nin Beyrut'tan fırlatılan füzelerini ve Suriye'den fırlatılan füzeleri bir İran mesajı olarak ele alıyor. Böyle bir imza taşıyor olabilirler. Ayrıca iç eylemlerdeki artışı da İran'ın programına bağlamaya çalışıyor. Evet, bütün bunlarda İran'ın parmak izleri olabilir, ne var ki burada şu soru öne çıkıyor: Ardışık hükümetler Oslo sürecine saygı gösterselerdi veya Arap Barış Girişimi ile ciddi bir şekilde ilgilenselerdi, bu füzeler fırlatılır mıydı?
Karşılıklı İran-İsrail saldırıları devam ediyor ve etmeye de açık. Ama şunlar da sorulmalı: Binlerce füzenin fırlatılışına ve İsrail'in Suriye ve Lübnan ile sınırlarında ve belki de ötesinde, alevlenen yangınlara tanık olacağımız bir savaşa doğru mu gidiyoruz? Peki, Suriye topraklarında askeri olarak konuşlanmış olan Rusya'nın rolü ne olacak? Suudi Arabistan-İran anlaşmasıyla uluslararası düzeyde ilk kez kendisini bir barış yapıcı ​​olarak gösteren Çin'in rolü ne olacak? İsrail'in çok kutuplu bir Ortadoğu'nun doğuşunun yanı sıra uluslararası sahneye empoze edilen değişikliklerden endişe duyduğu doğru mu? Eski ve yeni krizleri, çatışmanın özüne dönmek yerine yangına kaçış politikasıyla mı çözüyor?