Vahdettin İnce
Yazar
TT

İşgal altındaymışız da haberimiz yokmuş

Kitaplar vardır insanı hüzünlendirir. Kitaplar vardır insan hayalini olmadık ufuklara uçurur. Nefret ettiren, karamsarlık aşılayan, insanı bunalıma sokan… Okuduğuna bin pişman ettiren envaiçeşit kitap var. Ama bazı kitaplar da var ki insanı resmen çarparlar. Bugünlerde okumaya başladığım Mukaddime bu tür kitaplardandır. Satır satır, paragraf paragraf, sayfa sayfa kendini buluyorsun. Yüzyıllar öncesinde yazılmış bir kitap, yüzyıllar öncesinde yaşamış bir yazar bugünü bütün çıplaklığıyla nasıl görebilir diye düşünmeden edemiyorsun. Böyle bir kitap çarpmaz mı insanı? Böyle bir yazar keramet göstermiştir denmez mi? Ben şahsen çarpıldım. İbn Haldun’un büyük bir keramet sahibi olduğuna kanaat getirdim.
Mesela diyor ki: “Mağlup, her zaman galip olanın sembollerini, giyim kuşamını, hayat tarzını, türlü davranışlarını ve geleneklerini derin bir aşkla, tutkuyla taklit eder.” Cümleyi okuyup da genelde İslam aleminin, özelde memleketimizin Avrupa karşısındaki taklitçi halini görmemek mümkün mü? Adamlar birinci cihan harbinde bizi ağır bir yenilgiye uğrattılar (öncesindeki kültürel etkilenmemizi saymıyorum. Birinci cihan harbindeki yenilgi, sürecin resmi ilanı olduğu için oradan başlatıyorum. Yoksa ruhsal hezimetimiz çok önceden başlamıştı). O günden sonra adamların yasalarını, giysilerini, sembollerini, şiarlarını, kültürlerini, geleneklerini, türlü türlü hallerini olduğu gibi, hem de tutkuyla, derin bir aşkla, kara sevdaya tutulmuşçasına hayatımıza egemen kılmışız. İbn Haldun’un ifadesiyle bir oğulun babasına, bir öğrencinin öğretmenine öykünmesi, benzemeye çalışması kadar aşkla hem de.
Daha önceki yazımda kitabı orijinal dilinde okuduğumu söylemiştim. Okuduklarımı not ederken “şu veya bu alim Osmanlı’nın kuruluşunu önceden haber vermiş, şu veya bu zat Yavuz’un Şam’a girişine işaret etmiş, falan zamanda falanca hadiseler olacak demiş bir başkası…diye çok şey okuruz, duyarız. Tabi tamamı anlaşılmaz remzler, en azından her tarafa çekilebilecek gizemli ifadeler. Ama İbn Haldun, olanca çıplaklığıyla hem İslam aleminin genelini hem de memleketimizi resmetmiş. Hiçbir sembol kullanmadan, her tarafa çekilebilecek muğlak ifadelere başvurmadan. Adeta soyup önümüze koymuş. Ben keramet diye buna derim” diye geçirdim içimden.
İbn Haldun buna kendi döneminden bir de örnek veriyor: “Bugünlerin Endülüs’ünde Müslüman halkın giyim kuşam, semboller, birçok gelenek, hayat tarzı bakımından Frenk milletlerine benzemeye çalıştıklarını gözlemlemek mümkündür. Hatta duvarlara, işyerlerine ve evlere onlar gibi resimler çiziyorlar. Aslında bu duruma hikmet gözüyle bakabilen biri bunun bir istila, bir işgal olduğunu anlar” diyor. Ne kadar haklı, ne kadar büyük bir keramet, ne müthiş bir öngörü değil mi? Endülüs diye bir yer kalmadı nitekim.
 Mağlupların, galipleri taklit etmeyi kendilerine kabul ettirmeye çabalarken “galip gücün galip gelmesinin sebebi, onun gelenekleri ve yaşadığı hayat tarzıdır” dediklerini söylüyor. Çünkü mağlubun gözünde galip kusursuzdur, mükemmeldir, o yüzden galip gelmiştir. Onun galibiyeti sıradan bir galibiyet değildir, sahip olduğu güçten, asker sayısından, silahlarının fazlalığından, daha gelişmiş olmasından kaynaklanmıyor. Onun hal ve gidişat. Medeniyet ve kültür olarak mükemmelliğinden ileri geliyor. Mükemmelliğinin kaynağı kültürüdür, hayat tarzıdır, gelenekleridir. Gerçekten çarpıcı. Cihan harbinde aldığımız yenilgiden sonra bizde de batının kültürü, hayat tarzı ve gelenekleri benimsenirken ya da dayatılırken buna benzer şeyler, hatta tıpatıp aynısı söylenmedi mi, yazılıp çizilmedi mi ve hala söylenmiyor mu?
Asıl ürkütücü ve dehşete düşürücü tespiti ise şudur: “Bir millet yenilir ve yenilgiyi tabii bir hadise olarak görüp galip geleceği günlere hazırlık yapacak yerde, kendisini yenen gücü mükemmel görerek hakimiyeti altına girer ve bunu onun mükemmelliğinin neticesi gibi görerek maddi ve manevi istilayı içselleştirirse, o milleti oluşturan fertlerin ruhlarında bir tembellik, bezginlik, boş vermişlik duygusu oluşur, başkasının hakimiyeti altında adeta gönüllü kölelere dönüştükleri için de onların elinde birer iradesiz alet haline gelerek (bir tanrıdan bekler gibi) her şeyi onlardan beklerler, tek referans kaynağı olarak onları görürler. Böyle olunca da geleceğe dair umutları kırılır, üremeleri de azalır, nesillerinin devamı tehlikeye girer ve hatta yavaş yavaş ve kontrollü bir tükenişe sürüklenirler. Çünkü umranı, medeniyeti meydana getiren şey geleceğe dair güçlü bir umut ve neslin devamı arzusudur.”
Gerçekten “Bugün geçmişe suyun suya benzediği kadar benziyor…”