Muhammed Rumeyhi
Araştırmacı yazar, Kuveyt Üniversitesi'nde Sosyoloji profesörü...
TT

Entelektüel ve diktatör!

Bazı Arap ülkeleri zorlu bir yolculuk içinden geçti. Örnek verecek olursak; Yemen, Libya, Irak ve Suriye farklı derecelerde totaliter ve diktatör bir yönetimle yönetildiler. Bununla birlikte, diktatörlük yönetimleri kültürlü olduklarını iddia eden “yardımcıları”, aynı zamanda bu rejimlere alkış tutan, haklı çıkaran ve yaptıklarına sessiz kalan tanıkları olan yönetimler olarak da karakterize edilir.
Bazı Arap ülkeleri, içinden geçtikleri zor bir aşamada; Yemen, Libya, Irak ve Suriye gibi çeşitli derecelerde totaliter ve diktatörce bir yönetimle yönetildiler. Ama aynı zamanda bu diktatörlük kültürüne sahip çıkan, bu rejimleri alkışlayan, haklı çıkaran ve sessiz kalan tanıkları olan “yardımcıları” olmalarıyla da karakterize edildiler.
Elimde diktatörlüklere eşlik eden tüm örneklere bedel bir örneğim var, o da Sadun Levlah’ın anıları. Sadun, kendisinde hiçbir kusur olmamasına rağmen kendi deyimiyle soyadı Levlah’tan utandığı için onu Hammadi’ye dönüştürmüş. Yakın bir zamanda (2022) Katar’daki "Arap Araştırma ve Politika Çalışmaları Merkezi" tarafından yayınlanan bu anılar, yazarın "Irak Baas Partisi" üyesi ve yetkilisi, ayrıca Irak devletinde birçok üst düzey görev üstlenmiş biri olarak siyasi faaliyetlerinden edinmiş olduğu deneyimleri kapsıyor.
Kitabın önsözünde yazar “doğruları söyleyeceğim” diyor ama şöyle devam ediyor; “Bilinen her şey söylenmez!” Bu sözüyle “bilinen” ile “söylenebilecekler” arasında ayrım yapıyor! Doğudan batıya dünya liderleriyle yaptığı görüşmeleri anlatmasına rağmen, onlarca görüşme yaptığı Kuveytli siyasetçilerin hiçbirinden bahsetmiyor!
Genel gözlemimiz, yazarın anılarında “gerçeği söylemeyi ihmal ettiğidir”. Çünkü kitap boyunca “ABD'nin Irak işgali” tanımını kullanırken - ki bu onun hakkı- Kuveyt söz konusu olunca, işgal yerine birden çok kez “Kuveyt'e girmek” ifadesini kullanıyor!
Beyrut’ta bulunan Amerikan Üniversitesi'ndeki ilk deneyimlerinden bahsediyor ve Baas Partisi'nin ilk oluşumlarını betimliyor. Öte yandan milliyetçilerden de bahsediyor ve çok takdir ettiği George Habaş ile Vedi Haddad’ı zikrediyor ama üçüncülerini, Dr. Ahmed el-Hatib’i, belki de Kuveytli olduğu için tamamen görmezden geliyor!
ABD'deki anılarından bahsediyor ve “oradaki hoşgörü ruhu, diğerini kabullenme ve demokrasi gözüme çarptı” diyor ama “ABD’yi sevmiyorum!!” diye de ekliyor.
Abdulkerim Kasım'ı acımasızca eleştiriyor, Abdusselam Arif hakkında "çirkin bir kelime dağarcığı" kullanıyor. Bir yandan da Baas Partisi’nin kanatları arasındaki kanlı mücadeleyi anlatıyor.
Kasım ile “Baas” arasındaki anlaşmazlık üzerinde duruyor ve Kasım’ın Mısır ile “konfederal bir birlik”, Baas’ın ise “hemen” bir birlik istediğini söylüyor. Fakat yazarının da parçası olduğu görece uzun süren "Baas" yönetimi sırasında tabii ki "ulusal birlik" bile sağlanamadı. Nitekim partinin Kasım'dan sonra iktidara gelir gelmez yaptığı ilk şey, önemli bir insani hukuku, yani “mirasta kadının erkekle eşitliğini” ortadan kaldırmak oldu!
Yazar, ortağı olduğu iktidar sırasında “esneklik” tavsiyesinde bulunmuş gibi Irak'taki monarşi yönetimini eleştirerek “esneklikten yoksun olduğunu, çünkü muhalefeti özümseyip ona alan tanısaydı o zaman Irak toplumunun doğal bir şekilde gelişeceğini ve bir devrime ihtiyaç duymayacağını!” söylüyor. Dahası kendisiyle çelişir bir şekilde kitabının bir başka yerinde, Baas Partisi'ne bağlı "Ulusal Muhafızlar"ın Komünistlerin "kökünü kazıma” eylemlerini övüyor!
Ortağı olduğu yönetimi son derece çekingen bir tavırla şöyle eleştiriyor: “İktidara gelip rekabet ortadan kalktığında, sorumluluklar biriktiğinde, bazı çıkarlar büyüdüğünde, bakıcı eylemler çoğaldığında, canlılığın köreldiğini ve inisiyatif eksikliğini fark ettim.”
Yazar deneyimlerine dayanarak -ki bu konuda haklı- şöyle diyor: “Biz Araplar anlaşmazlığı barışçıl uzlaşıyla çözme yeteneğine sahip değiliz. Her anlaşmazlık küçük başlar, hızla genişler ve çoğu zaman çatışma ve bir tarafın diğerini tasfiye etmesiyle sonuçlanır (sayfa 66). Yazara göre bunun sebepleri ise “yanlış kanılar, psikolojik ve bencillik faktörlerinin karışımı.” Bununla partinin kendi içinde ve parti ile siyasi rakipleri arasında meydana gelen mücadeleleri kastediyor olabilir. Ne var ki yanlış kanıların, bir bölümüyle “Arap birliği” sloganı ve onun “demokrasi” ile ilişkilendirilmesinden kaynaklandığını görmüyor. Zira ister birinci isterse ikinci olsun Baas Partisi,  tüm kanatlarıyla “birliği” gerçekleştiremedi. Sloganlar sadece kitleleri yanıltmak içindi.
Anılarda en göze çarpan nokta, yazarın “Benim desteklemediğim ve devrimci hükümetin aceleyle yöneldiği icraatlar” başlığı altında yazdıkları. Burada “Kuveyt ile ilişkiler meselesini” ele alıyor. Devrimci hükümet bu konuda bazı icraatlarda bulunarak Kuveyt ile müzakereler başlatmış ve anlaşmalar imzalamıştı (1963’teki ilk Baas iktidarından bahsediyor). Yazar sözlerine şöyle devam ediyor, “Ben buna taraftar değildim ama elimden bir şey gelmiyordu.” Yazar burada Kuveyt ile yapılan ve dönemin başbakanı Ahmed Hasan el-Bekir’in onayıyla, Hardan el-Tikriti ve Salih Mehdi Ammaş tarafından imzalanan anlaşmaya atıfta bulunuyor. Irak, anlaşma ile “Şubat 1963 Devrimi” şehitleri için 30 milyon sterlin aldı! Yazarın bu sözleri bizi Irak’ın 1990 yılında Kuveyt'in işgaline hazırlanmasındaki rolüne götürüyor. İran-Irak savaşının sona ermesinden sonra Saddam Hüseyin onu bir planla Kuveyt’e göndermişti ve planda yer alan fikirler arasında “Kuveyt'te Irak askeri üslerinin, bir su-kara koridorunun kurulması ve çok büyük miktarda para ödenmesi!” vardı. Kuveyt tarafı o dönemde, Kuveyt'in bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü etkileyecek herhangi bir taviz vermeden Irak’a yardıma hazır olduğu görüşündeydi.
Yazar dönüp Saddam Hüseyin'e olmayan pek çok şey anlattı ve (daha sonra öğrenildiği üzere) gerçekleri çarpıttı. Dolayısıyla yazar Saddam Hüseyin'in Kuveyt'i işgal etmeye yönelik saçma serüvenin tüm nedenleri olmasa da nedenlerinden biriydi. Hammadi’nin anılarının 80’inci sayfasındaki bir paragrafta “Uyum ve problem çözme, aşırı bencillik ve yönetimi tekeline alma vb…” hakkında söylediği tüm tatlı sözlere rağmen, bu konudaki utanç verici tutumunu açıkça gösteriyor.
Yazar ortak olduğu iktidarın eksik ve kusurlarına işaret etmekten kaçınsa da 213’üncü sayfada “karizmatik liderlik ve aşırı güç kullanımı” başlığı altında diktatörlüğe örtülü olarak atıfta bulunuyor; “tam ve mutlak gerçeğe sahip olduğuna inanan bir lider, halkın çıkarına değildir.” Ama yazar katıldığı iktidarın durumuna ilişkin nesnel bir eleştiri sunmuyor.
Yazar, modern Arap diktatörlüklerinde görev yapan ve acılı deneyimlerini anlatmayı sürdüren diğerleri gibi, nesnel bir eleştiri sunmuyor. Halen yanılsamalara ve sloganlara hapsolmuş durumda. Anılar, futbol, ​​​​voleybol ve basketbolu “tek bir oyunda” birleştirme fikri gibi pek çok tuhaflık da içeriyor!
Son söz; diktatörlük, başlangıçta bir miktar başarı sağlasa bile nihai sonucu sıfır ve felakettir!