Alman sosyolog Max Weber (1864-1920) sadece devletin zorlama hakkı veya meşruiyetine sahip olduğunu söylerken, kendisinden 200 yılı aşkın bir süre önce devletin “herkesin herkese karşı savaşı”nda kurtarıcı olduğunu düşünen Leviathan'ın yazarı Thomas Hobbes'u (1588-1679) düşünmüyordu. Aksine Weber, ulus-devlet döneminde meselenin anayasal ve hukuki yönden dönüşmüş olduğu halin saptamasını yapıyordu.
Modern Arap döneminde, 1922'den sonraki anayasal ve yasal yapısıyla Mısır, devlet otoritesinin dışında veya ona karşı silahlı örgütlerin ortaya çıkması sorunuyla yüzleşmişti. 2011'den sonra devlet kültürü veya devletten korkma ile devlet için korkma arasındaki tehlikeli gelgitler, derin devlet olarak bilinen şeyi harekete geçiren unsurdu. Mısır’da 1952’den sonra ordunun sembolü haline geldiği derin devlet, bu korkuyla 2013'te tek otorite gücünü geri kazanmak için müdahalede bulundu.
Bu "devlet kültürü", Arap ulus-devletinin üçüncü döneminde büyük zorluklarla karşı karşıya bulunuyor. İlk ulus-devlet dönemi bağımsızlık zamanıydı, ikincisi ise 10 yıl boyunca 10 Arap ülkesinde hüküm süren askeri otoriteler zamanıydı. Bağımsızlık zamanındaki ilk devlet kültürü anılmaya değer bir güce sahipti ve buna bir de sömürgecilik karşıtı mücadelenin sunduğu meşruiyet eklenmişti. Ancak Filistin davası bu güç ve meşruiyetin çatırdamasına yol açtı. Ardından Soğuk Savaş sırasında eski sömürgeciliğin ve ABD emperyalizminin müdahaleleriyle çatırdamalar arttı. İki büyük güçten birine adapte olarak uzun süre hüküm süren askeri otoritelere gelince, yetersiz başarılar, Amerikan hegemonyası dönemi çözümleri (Nezih el-Eyyubi'nin “Arap Devletinin İrileşmesi” adlı kitabıyla karşılaştırma yapılabilir) ve 2010 sonrası hareketler nedeniyle çatırdamalara maruz kaldılar. Devletlerimiz artık ulus-devletin üçüncü dönemini yaşıyor ve -Mısır hariç- hem Maşrık hem de Mağrip’te iki temel olgudan muzdaripler; birincisi, kısa sürede alternatif veya yenilenmiş bir meşruiyet meydana çıkaracak gibi görünmeyen geçiş döneminin sancıları. Bu belirsizlik çağındaki ikinci olgu, biri diğerinden daha “meşru” görünmeyen otoritelerin çokluğudur. Tunus gibi umut verici görünen deneylerde dahi başarılı geçiş belirtilerinin fiyaskoya uğraması, bu sancıların tezahürleri arasındadır. Bir diğeri de bölgesel ve uluslararası müdahalelerin şiddetlenmesidir.
Tek devlet veya tek otorite kültürüne önemli ölçüde ihtiyaç duyulduğu anlamına gelen otorite çokluğunu kastettiğimiz ikinci en tehlikeli olguya gelince, bazı ülkelerde ordu kendi içinde bölündü. Bazılarında da bölgesel otoritelere sahip veya ordu ya da mevcut otorite ile gücü paylaşan milisler ortaya çıktı.
Bu milis devletçiklerin kısaca da olsa anlatılmayı hak eden bir hikayeleri var. En eski milis gruplar Lübnan'da görüldü. Ancak mezhepsel bölünmeden veya dış müdahalelerden kaynaklanan siyasi kriz çözüldüğünde bu gruplar dağılıyorlardı. Lübnan’da iç savaşın sona ermesiyle (1975-1990) tüm grupların dağıtılacağını düşündük, fakat tek bir milis grup dağıtılmadı, o da Hizbullah. Söylenene göre dağıtılmama ve silahlı bırakılma sebebi İsrail işgaline karşı savaşmasıydı. Oysa bu, ulusal ordunun ve uluslararası ilişkilerin görevlerinden biri olmalıydı. Gerçek şu ki, Hizbullah varlığını sürdürdü çünkü İran onu kendi stratejik hedefleri için kurmuştu. Bu daha sonra Irak, Suriye ve Yemen gibi birçok Arap ülkesinde bilinen bir İran politikasına dönüştü. Burada önemli olan bu milis grupların ulusal orduların gücüne ulaşmaları veya daha da güçlü olmaları ve bazı bölgeleri kontrol eder hale gelmeleriydi. Nitekim şimdi, bir bütün olarak ülkelerin siyasi kararlarını, savaş ve barış kararlarını kontrol ediyorlar. Bu ülkeler arasında Irak’ın durumu münferit, çünkü silahlı milisler ortaya çıktığında, işgalci Amerikalılar tarafından dağıtılmış olduğu için ordu artık mevcut değildi. Bugün Irak'ta hepsi İran'a sadık düzinelerce milis grup var ve ancak İran'ın şartlarına göre hükümetler kurulabiliyor. Suriye'de ordu tam anlamıyla bölünmüş değil, ancak orduya sadık veya karşı milisler, yönetim tarafından kontrol edilmeyen bölgelerde hüküm sürüyorlar. Amerikan ve Türk varlığı da bu milisleri koruyor. Rejim kontrolündeki bölgelerdeyse bir kısmı Irak, Lübnan, Afganistan ve Pakistan'dan gelen ve İran yapımı çok sayıda milis konuşlandırılmış. Yemen'deki durum, Husi milislerin yaklaşık 10 yıldır diğer Yemenlilere karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Lübnan ve Suriye'dekinden daha kötü. En eski milis gruplar Somali'de bulunuyor ve Afrika ülkeleri ile ve uluslararası toplumun meşru hükümete yaptığı tüm yardıma rağmen bunlara boyun eğdirilemedi!
Lübnan örneğinin merkezi otoritenin zayıflığı, iç mezhepsel bölünme ve İran ısrarının bir sonucu olduğunu varsayalım, bu durumda Sudan örneği benzersiz hale geliyor. Zira Hızlı Destek Kuvvetleri’nin 2003 yılındaki kuruluşuna eski askeri otorite katkıda bulundu. Darfur'da rakiplerine kaşı savaşırken ona yardım etti ve varlığını perdeledi ki bu, rejimin savaşta bir tarafı diğerine karşı desteklediği anlamına geliyordu. 2013 yılında ordunun resmi müttefiki haline geldiğinde daha da palazlandı. 2017'de bir tür ulusal muhafız statüsü kazandı. Ama Hızlı Destek Kuvvetleri halen Darfur'daki iç savaşa katılan ve şu anda Sudan eyaletlerinin çoğuna yayılmış bir kabile gücü ve 2019'da (darbe yapan) ordunun müttefiki!
Lübnan, Irak, Suriye, Yemen, Sudan, Libya ve Somali olmak üzere 7 Arap ülkesinde silahlı milisler bölgeler kontrol ediyor veya merkezi makamlarla yönetim ve kontrolü paylaşıyor. Bir de kendi yasak mali kaynakları, dış ilişkileri var ve yakında yurtdışında elçilikleri de olabilir!
Devletin geri dönüşünün ya da bir devlet olmanın önündeki en büyük engel silahlı milislerdir. Sudan'da devam eden şiddetli çatışma, ulusal orduların artık milis grupları ortadan kaldıramadıklarını gösteriyor. Ne var ki onlarla ittifak yapmak, güç paylaşımını ve istikrarsızlığı sürekli hale getirecek. Güç paylaşımı gerçeği, tek devlet fikrine üstün gelecek veya Lübnan, Irak ve Yemen'de olduğu gibi, milislerin hakimiyetine yol açacak. Oysa korkunç Sudan sahnesindeki gelişmeleri izlediğimizde, Araplar, Afrikalılar ve uluslararası toplum olsun herkesin, sadece ve sadece çatışmaya son verilmesi ve diyaloğa geri dönülmesi için çağrıda bulunduğunu görüyoruz.
Arap ulus-devletinin üçüncü dönemine, yalnızca yetersiz meşruiyete sahip askeri rejimlere sahip ülkelerde milislerin ortaya çıkması damga vurmuyor. Ortak Arap eylemini yeniden canlandırma ve ilerletme iradesinin ortaya çıkışı, iki güçlü veya güçlüler arasında pozitif tarafsızlık politikaları benimseme tutumu da bu döneme damgasını vuruyor. Bu sorumlu politikalarla Suudi Arabistan, BAE ve Mısır, Suriye ve Libya'da olduğu gibi milislerin varlığına rağmen ilişkileri yeniden kurmak için harekete geçtiler. Ulus- devleti milislerin kötülüklerinden, zararlarından, engellemelerinden kurtarmak için mevcut durumu aşabilmeyi umuyorlar. Şimdi sorun, milislerin artık Orta ve Güney Amerika'daki uyuşturucu çetelerinin aksine Asya ve Afrika'da yaygın bir olgu haline gelmeleri, kendi aralarında, bölgesel ve uluslararası dış taraflarla ilişkileri olan devletçiklere dönüşmeleridir. Bu, ordunun meşruiyetinin “sınırsızlık diğerinden iyidir” şeklinde çökmesi karşılığındadır!
TT
Ordu, milisler ve ulus-devletin kaderi
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة